Hüsnü Aktaş ile Söyleşi – ilkadim DergisiHüsnü Aktaş ile Söyleşi – ilkadim DergisiHüsnü Aktaş ile Söyleşi – ilkadim DergisiHüsnü Aktaş ile Söyleşi – ilkadim DergisiHüsnü Aktaş ile Söyleşi – ilkadim Dergisi

Hüsnü Aktaş ile Söyleşi

Hüsnü Aktaş ile Söyleşi

Genç Adamlar’ın tanımasını ve takip etmesini istediğimiz isimlerden birisiniz. Bize kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Sözlerime başlarken Allah’a hamd ve senâ, Peygamberimiz Efendimize, temiz ehl-i beytine ve ashabına selât ve selâm, bütün Müslümanlara hayır dualar ederim. İnsanın kendini tanıtması kolay değildir. Ancak kısaca izaha gayret edelim. 1950 yılında Burdur’un Askeriye Köyü’nde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Burdur’da ve lise tahsilimi Antalya’da tamamladım.

Ankara Üniversitesi DTCF Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir süre okudum. (1968) Kendilerine devrimci vasfını lâyık gören zorbaların üniversiteyi işgal etmeleri ve uydurma ‘Halk Mahkemeleri’ kurmaları neticesinde, tahsilime ara vermek zorunda kaldım. Daha sonra üniversitenin İlâhiyat Fakültesi’ne girdim ve 1973 yılında mezun oldum.

Ankara DİB’de memurluk, Giresun Müftülüğü’nde şeflik, İHL’de öğretmenlik, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde Daire Başkan Yardımcılığı ve SDMM Akademisi’nde Kütüphane Müdürlüğü gibi görevlerde bulundum. Son olarak rahmetli Prof. Dr. M. Esad Çoşan Hocaefendi’nin teşvikiyle ‘okutmanlık’ imtihanına girdim ve kısa bir süre Arap ülkelerinden gelen öğrencilere ‘Türkçe’ dersleri verdim. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra Devlet Memurları için hazırlanan ‘yemin metnini’ imzalamadım ve 1981 yılında ‘Devlet Memuriyeti’nden’ istifa ettim. Şairin dediği gibi ‘İzzet-i ikbal ile çekildik bab-ı hükümetten.’

Yazı hayatına lise öğrencisi olduğum dönemde çeşitli edebiyat dergilerinde denemeler yazarak başladım. 1969 yılında İmanlı Büyük Türkiye Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptım. Bu gazetede yayınlanan iki makalede TCK’nın 163. maddesine muhalefet edildiği gerekçesiyle mahkemeye verildim. 1974 yılında bir grup arkadaşımla birlikte Yeni Ölçü Dergisi’ni çıkardım ve beş yıl genel yayın müdürlüğünü yaptım. Daha sonra haftalık Şura, Hicret, Tevhid gazetelerinde, günlük Milli Gazete’de müstear isimlerle incelemelerim yayınlandı. Müstear isim kullanmamın sebebi hakkımda açılan onlarca davadır. Basın savcıları ‘Hüsnü Aktaş’ imzasıyla yayınlanan her makale ve inceleme için kendilerini adeta dava açmaya mecbur hissediyorlardı. O yıllarda kullandığım ‘Yusuf Kerimoğlu’ müstear ismini o dönemin hatırası olarak kullanmaya devam ediyorum.

1984 yılında ‘Medeni Vahşet’ isimli eserimde TCK’nın dört ayrı maddesine muhalefet ettiğim gerekçesiyle tutuklandım. 1985 yılının son ayında Mamak Askeri Cezaevi’nden tahliye oldum. 1987 yılında haftalık Vahdet Gazetesi’ni çıkaran kadronun içerisinde yer aldım. 1990 yılından itibaren, aylık Misak Mecmuası’nı yayınlamaya başladım. Halen Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yaptığım Vahdet, Eğitim, Dostluk ve Yardımlaşma Vakfı’nın kuruluşunda görev aldım. 28 Şubat Süreci’nde ‘Cezaevinde bulunan mazlumlara ve onların ailelerine yardım ettiğimiz’ gerekçesiyle Vahdet Vakfı Yönetim Kurulu üyeleriyle birlikte 1977 yılının Mayıs ayında tutuklandık. Bu dava iki yıl sürdü. Halen Vahdet Vakfı’nın temel hedeflerine hizmet etmeye ve Misak mecmuasını yayına hazırlamaya gayret ediyorum.
İslami hareket ile İslami hizmet arasında sizce ne gibi farklar ve detaylar var? İslami hareket daha kapsamlı ve ciddi bir tavır sanki.

İslami hareket ile İslami hizmet birbirlerinin mütemmim cüzleridir. Tıpkı et ile tırnak gibi! Meselenin özü şudur: Mukaddes emaneti yüklenen insanoğlu, yeryüzünün halifesidir. Bu hilafet; Allah’a ihlâsla ibadet etmeyi, ma’rufun yayılmasını ve münkerin önlenmesini beraberinde getiren bir emanettir. Bu emanetin muhafazası için gösterilen gayretlerin tamamını ‘İslami Hareket’ kavramıyla ifade etmek mümkündür. Kısaca İslami hareket; Allah azze ve celle’ye ihlâsla teslim olan, beşeri ihtiraslarına muhalefet eden ve kendi aralarında İslam fıkhı’nın hükümlerini uygulayan insanların ortak mücadelesidir.
Birlikte hareket edenlerin samimiyetleri hangi düzeyde olmalıdır?

Türkçe’de kullanılan ‘samimiyet’ terimi izafi bir değere haizdir. İslami literatürde ihlâs ve fütüvvet kavramlarıyla ifade edilen hal hem samimiyeti hem Allah için sevmeyi ön plâna çıkarır. Hz. Ali’nin bir suali üzerine Peygamberimiz Efendimiz aleyhisselam fütüvvet ehlinin alâmetlerini şöyle açıklamıştır: “Ya Ali! Ümmetimin fityanının on alâmeti vardır: Adil olmak, ahde vefa etmek, yalan sözden kaçınmak, emaneti muhafaza etmek, yetime iyilik etmek, isteyene vermek, hediyeleşmek, faydalı işler yapmak, münakaşayı terk etmek, Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek.” Bu on alameti muhafazayla ilgili olan fütüvvet; sadece ahlâkî plânda kalmamış, içtimaî ve iktisadî müesseselerin kaynağı haline gelmiştir.

İmam Seyyid Şerif Cürcani “Kitabû’t Tarifat” isimli eserinde “Hakikat ehlinin ıstılahında fütüvvet, kardeşini dünyada ve ahirette kendi nefsine tercih etmektir.” diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir. Fütüvvet konusunda ilk müstakil eser, tasavvuf yolunun önde gelen isimlerinden Sülemî tarafından kaleme alınmıştır. Sülemî, eserinin girişinde şu tespitte bulunmuştur: “Şunu iyi bilmelisin ki fütüvvet Allah’a ihlâsla ibadet etmek, ilahi murakabeyi bir an olsun unutmamak, kötü olan her şeyi terk etmek, ahlâkî faziletleri zahiren ve batınen muhafaza etmektir.”

İmam-ı Suhreverdî, Fütüvvetname isimli eserinde şu tespite yer vermiştir: “Fütüvvetin üç derecesi vardır: Birincisi: Düşmanlığı terk etmek, hatalardan gafil olmamak ve başkalarına eza verme düşüncesini aklından çıkarmaktır. İkincisi: Sana uzak durana yaklaşmak, eza verene iyi davranmak ve kötülük edenin özrünü kabul etmektir. Üçüncüsü: Allah’a yaptığın yolculukta ihlâsa riayet etmek, kalbin ihsanını muhafaza etmek ve şekli unsurlara takılıp kalmamaktır. Muhalifini af dilemeye zorlayan ve başkalarının kendisinden özür dilemesinden hoşlanan kimse fütüvvetin kokusunu alamaz. Bu kalbe mahsus hususî bir ilimdir.” Fütüvvet ahlâkını hafife alan kimselerin birbirlerine karşı gösterdikleri samimiyet, buz üzerine yazılan yazı gibidir. Hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

İslami hareketler, dernek ve vakıflar; yola çıktığı isimleri yolda buldukları/kazandıkları isimlerle değiştirirken nelere dikkat etmeli?

İslam’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilmek için, zaruri olan veya ihtiyaç duyulan müesseselerin kurulması elzemdir. Bu müesseselerde görev alacak kimselerin işinin ehli olması zaruri olduğu gibi, liyakat sahibi olmaları da zaruridir. Liyakat sahibi olmayan kimselere tevdi edilen her işin neticesi hüsrandır.

Günümüzde “İslami hareketin mahiyeti nedir?” veya “İslami mücadele usulü nasıl olmalıdır?” gibi suallerin ortaya atıldığı ve bu suallere eskilerin deyimiyle “efrâdına cami, ağyârına mâni” bir cevabın verilemediğini söylemek mümkündür. Hatta tespitlerini ve tekliflerini slogan halinde getiren bazı çevrelerin; kendi tayin ettikleri usulü benimsemeyen Müslümanları tahkir ettikleri de görülmektedir. Cari olan Sünnetûllahı dikkate almayan, temekkün şartlarını bilmeyen ve liyakat sahibi olmayan kimselere tevdi edilen her vazife, değişik felâketlere vesile olabilir.

Tevhidi ve tağutu hakkıyla izah etmeyip ahlâk ve maneviyata ağırlık veren cemaatler ne gibi olaylar ve musibetlerle karşılaşabilir?

İslam Fıkhı’nın mahkûm edildiği, farzların yasaklandığı ve haramların teşvik edildiği ülkelerde yaşayan Müslümanlar ile Darû’l İslam’da yaşayan Müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. Tevhidi ve tağutu hakkıyla izah etmeyip ahlâk ve maneviyata ağırlık veren toplulukların (ki onlara cemaat demek mümkün değildir) değişik musibetlerle karşılaşmaları mümkündür. Son yıllarda İslam topraklarında yaşanan felâketler bunun en güzel delilidir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.