Hüsnü Aktaş Hoca ile Söyleşi

Kendinizi tanıtır mısınız?
HÜSNÜ AKTAŞ: Sözlerime başlarken Allah Teala’ya hamd-ü senâ, Peygamberimiz Efendimize sallallahu aleyhi ve selleme, temiz ehl-i beytine ve ashabına salât-ü selâm, bütün Müslümanlara hayır dualar ederim. İnsanın kendini tanıtması kolay değildir. Ancak kısaca izaha gayret edelim. 1950 yılında Burdur’un Askeriye köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Burdur’da ve lise tahsilimi Antalya’da tamamladım. Ankara Üniv. DTCF Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir süre okudum. (1968) Solcuların üniversiteyi işgal etmeleri ve uydurma ‘Halk Mahkemeleri’ kurmaları neticesinde, tahsilime ara vermek zorunda kaldım. Daha sonra A.Ü. İlâhiyat Fakültesi’ne girdim ve 1973 yılında mezun oldum. Ankara DİB’nda memurluk, Giresun Müftülüğü’nde şeflik, İHL Öğretmenlik, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde Daire Başkan Yardımcılığı ve SDMM Akademisi’nde Kütüphane Müdürlüğü gibi görevlerde bulundum. Son olarak rahmetli Prof. Dr. M. Esad Çoşan Hocaefendi’nin teşvikiyle ‘okutmanlık’ imtihanına girdim ve kısa bir süre Arap ülkelerinden gelen öğrencilere ‘Türkçe’ dersleri verdim. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra, Devlet Memurları için hazırlanan ‘yemin metnini’ imzalamadım ve 1981 yılında ‘Devlet Memuriyeti’nden istifa ettim. Şairin dediği gibi
‘İzzet-i ikbal ile çekildik bab-ı hükümetten.’
Yazı hayatına lise öğrencisi olduğum dönemde çeşitli edebiyat dergilerinde, denemeler yazarak başladım. 1969 yılında “İmanlı Büyük Türkiye” Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptım. Bu gazetede yayınlanan iki makalede, TCK’nın 163. maddesine muhalefet edildiği gerekçesiyle mahkemeye verildim. 1974 yılında bir grup arkadaşımla birlikte “Yeni Ölçü” dergisini çıkardım ve beş yıl genel yayın müdürlüğünü yaptım. (74-79) Aynı yıllarda Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi olarak yurt içinde ve Orta Doğu’da incelemelerde bulundum. Türkiye Yazarlar Birliği’nin kurucuları arasında yer aldım. 1979’dan itibaren önce haftalık “Şura, Hicret, Tevhid” gazetelerinde, daha sonra günlük ‘Milli Gazete’de’ müstear isimlerle incelemelerim yayınlandı. Müstear isim kullanmamın sebebi, hakkımda açılan onlarca davadır. Basın savcıları ‘Hüsnü Aktaş’ imzasıyla yayınlanan her makale ve inceleme için, kendilerini adeta dava açmaya mecbur hissediyorlardı. O yıllarda kullandığım ‘Yusuf Kerimoğlu’ müstear ismini, o dönemin hatırası olarak kullanmaya devam ediyorum.
1984 yılında ‘Medeni Vahşet’ isimli eserimde, TCK’nın dört ayrı maddesine muhalefet ettiğim gerekçesiyle tutuklandım. 1985 yılının son ayında, Mamak Askeri Cezaevi’nden tahliye oldum. 1987 yılında, haftalık Vahdet Gazetesi’ni çıkaran kadronun içerisinde yer aldım. 1990 yılından itibaren, aylık ‘Misak Mecmuası’nı yayınlamaya başladım. Halen Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yaptığım ‘Vahdet, Eğitim, Dostluk ve Yardımlaşma Vakfı’nın kuruluşunda görev aldım. 28 Şubat Süreci’nde, ‘Cezaevinde bulunan mazlumlara ve onların ailelerine yardım ettiğimiz’ gerekçesiyle, Vahdet Vakfı Yönetim Kurulu üyeleriyle birlikte, 1997 yılının Mayıs ayında tutuklandık. Bu dava, iki yıl sürdü. Halen “Misak” mecmuasını yayına hazırlamaya gayret ediyorum. 1974 yılından itibaren; roman, hikâye, piyes, hatırat ve inceleme türünde olmak üzere on beş kitabım, değişik yayınevleri tarafından yayınlandı.
1- İsyan Çiçekleri, 1974, Otobiyografik Roman
2- Şeytan’ın Düzeni, 1974, Piyes
3- Cenazeler Çağı,1976, Piyes
4- Şen Olasın Laiklik, 1977, Hikâyeler
5- Medeni Vahşet, 1980, İnceleme
6- Fıkhi Meseleler, 1982–1983, 2 cilt, İnceleme
7- Fedailer, 1983, Roman
8- Kelimeler ve Kavramlar, 1983, İnceleme
9- Emanet ve Ehliyet, 1985, 2 cilt, İslâm İlmihali
10- Medeni Vahşet Davası, 1987, Cezaevi Anıları
11- Mazlumlarla Sohbet, 1988, İnceleme
12- İslâmî Hareketin Mahiyeti, 1991, İnceleme
13- Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar, 1995, İnceleme
14- Türkiye’nin Siyasi ve İktisadi Manzarası, 1997, İnceleme
15- Sorulunca Söylenenler, 2008, Röportajlar
Çalışmalarınız hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
HÜSNÜ AKTAŞ: Çalışmalarımız hakkında bilgi vermeden önce bir hususa işaret edelim. Mukaddes emaneti yüklenen insanoğlu, yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halifesidir. Bu hilafet; Allah’a ihlâsla ibadet etmeyi, ma’rufun yayılmasını ve münkerin önlenmesini beraberinde getiren bir emanettir. Bu emaneti kısaca ‘İslâmi mücadele’ kavramıyla ifade etmek mümkündür. İslâmi mücadele; hevâlarının ihtiraslarını bir kenara bırakan, Allah Teâlâ’ya ihlâsla teslim olan ve kendi aralarında İslâm Fıkhı’nın hükümlerini uygulayan insanların, teşkilatlı ve ortak mücadelesidir. İslâm’ın temel hedeflerini gerçekleştirebilmek için, zaruri olan veya ihtiyaç duyulan müesseselerin kurulması elzemdir. İhtiyaç duyduğumuz müesseselerden birisi Vahdet Vakfı’dır. Vahdet Vakfı, insanların inançlarından ve düşüncelerinden dolayı mahkûm edildikleri, devletin temel nizamlarını dine uydurmak için propaganda yaptıkları gerekçesiyle (TCK’nın kaldırılan 163. maddesi) binlerce insanın cezaevlerine konulduğu bir dönemde kurulmuştur. Vakfın tüzüğü 1 Temmuz 1988 tarihinde ‘Noterde’ tasdik ettirilmiş, gereken işlemlerin tamamlanmasından sonra 21 Ocak 1989 tarihinde resmen faaliyete başlamıştır. Vakıf tüzüğünde kuruluş gayesi; açık, net ve sarih olarak ifade edilmiştir. Cezaevlerinde bulunan mazlumlara sahip çıkmak, onların ailelerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak, Müslümanlara mahsus olan velayet hukukunun ve fütüvvet ahlakının zaruri bir sonucudur. Maddi bir karşılık beklemeden, ihtiyaç sahibi insanlara yardımı ön plâna çıkaran vakıf müessesesi, iyilik ve takva hususunda yardımlaşan mü’minlerin ortak bir müessesesidir. İmam-ı Serahsi “El Mebsut” isimli eserinde, yeryüzünde ilk vakfın Hz. İbrahim aleyhisselam tarafından kurulduğunu ifade etmiştir. Kur’an, Sünnet ve İcma-i Ümmet ile sabit olan vakıf hizmetlerinin sebebi, mükellefin Allah Teâlâ’nın rızasını elde etme gayretiyle sınırlıdır. Peygamberlerin bıraktığı miras olan ilmin yayılması için, bütün imkânlarını seferber eden Vahdet Vakfı’nın, yirmi üçüncü hizmet yılını tamamladığını ve müessese haline geldiğini söyleyebiliriz. 28 Şubat Süreci’nde; maddi ve manevi açıdan muhasara altına alınan Vahdet Vakfı, mazlumların duaları ile bütün engelleri aşmayı başarmıştır. Çalışmalarımızı bu vakfın bünyesinde ve ‘Genel İstişare Kurulu’nun kararları çerçevesinde sürdürüyoruz.
İslam’ı insanımızın gündemine taşımak için hangi metotları uygulamalıyız?
HÜSNÜ AKTAŞ: İslam’ı insanımızın gündemine taşımak için bir değil, birden fazla usulün varlığı malûmdur. Bilindiği gibi insanoğlunun fıtri yapısı; Allah Teâlâ’nın teklif ettiği mukaddes emaneti yüklendiği için, diğer canlılardan farklıdır. Duygularını, düşüncelerini ve inançlarını ifade edebilme kabiliyeti vardır. Doğru (sadık) haber, duyu organlarının faaliyetleri ve akıl yürütme yoluyla bilgi elde etmesi mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de insanın fıtratını ifade için “fıtratullah” terimi kullanılmıştır. Fıtrat kelimesi en geniş anlamıyla; “Allah Teâlâ’ya iman, hakikatleri tespit, kabul ve önemli meseleleri idrak edebilme kabiliyetidir.” Fıtratullahtan maksat, bu kabiliyetin insanın bedenine potansiyel bir kuvvet olarak yerleştirilmiş olmasıdır. İnsanoğlunun yaratılış hikmetini ve fıtratını muhafaza edebilmesi için, yüklendiği emanetin kadr-û kıymetini bilmesi ve ilâhi tekliflere uygun amellerde bulunması zaruridir. İslâm’ı insanımızın gündemine taşımak, eğitim ve öğretimle ilgili bir meseledir. Geniş anlamıyla İslâmi eğitimi “Mükellefe Allah Teâlâ’nın razı olacağı davranışları kazandırmak” şeklinde ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla tek yönlü bilgi aktarımı (öğretim) ile eğitim arasında, bazı önemli farklar vardır. Öğrendikleriyle amel etmeyen bir mükellefin, imtihanı kazanması kolay değildir. Günümüzde “İslâmi hareketin mahiyeti nedir?” veya “İslâmi mücadele usûlü nasıl olmalıdır?” gibi suallerin ortaya atıldığı ve bu suallere, eskilerin deyimiyle “efrâdına cami, ağyârına mâni” bir cevabın verilemediği görülmektedir. Hatta tespitlerini ve tekliflerini slogan halinde getiren bazı çevrelerin; kendi tayin ettikleri usûlü benimsemeyen Müslümanları, tahkir ettikleri görülmektedir. Usûl-metod terimini “İnsanı hedefine götüren en sağlam ve en kısa yol.” şeklinde tarif etmek mümkündür. Tebliğ hizmetini edâ edecek mükellefin; hem İslâm fıkhını, hem de muhatabının inançlarını ve ideolojisini çok iyi bilmesi gerekir. Tebliğ sırasında takip edilecek usûl, tebliğe muhatap olan kimsenin durumuna göre farklılık arz edebilir. Ancak değişmeyen tebliğ usulünün hasen (güzel) değil, ahsen (en güzel) olması, muhkem nassla tavsiye edilmiştir: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et! Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap” (En Nahl Sûresi: 125) Bazı müfessirlerin “İnsanları Allahü Teâlâ’nın dinine davet ederken, onların liyâkat ve istidatlarını dikkate almak vaciptir. Zekâ yönünden üstün olan ve eşyanın hakikatini öğrenmek isteyenlere tebliğ, muhkem delillerle ve hikmete uygun şekilde yapılır. Temiz fıtrat sahibi olanlara güzel va’z-û nasihat yeterlidir. İnatçı, münazara ve münakaşadan hoşlananlara, bir takım ön bilgilerle ve adâb-ı münazara ile tebliğ yapılır” diyerek, dikkat edilmesi gereken unsurlar üzerinde durdukları malûmdur. Tebliğ ile meşgul olan mü’min; tıpkı bir doktor gibi davranmalı, tahlile ve teşhise önem vermelidir. Her hastalığın tedavisinde aynı ilâç kullanılmaz. Hatta bazen aynı hastalıkta bile, ferdin durumuna göre değişen ilâçlar vardır.
Metotlarınız, temel ölçü ve hassasiyetleriniz nelerdir?
HÜSNÜ AKTAŞ: Metodu-usûlü “İnsanı hedefine gösteren en sağlam ve en kısa yol.” şeklinde tarif ettiğimize göre, Müslüman’ın hedefi üzerinde durmamız gerekir. Her Müslüman’ın temel hedefi, Allah û Teâlâ’nın rızasını elde etmek ve imtihanı kazanmaktır. İmam Seyyid Şerif Cürcani’nin ‘Et Ta’rifat’ isimli eserinde ‘Hevâsına muhalefet eden ve Allah û Teâlâ’ya ihlâsla teslim olan mükellefin meşrû fiillerine ibadet denilir.’ tarifini esas aldığı malûmdur. Bütün ibadetlerde iki temel unsurun bulunması şarttır. Birincisi: Sadece Allah û Teâlâ’nın rızası için edâ edilmesidir (ihlâs). İkincisi: İslâm fıkhının çizdiği sınırlara uygun olarak (şartlarına, rükünlerine ve hükümlerine dikkat edilerek) yapılmasıdır. Bu iki unsur bir arada olmadığı müddetçe, Allah’ın rızasını elde etmek ve imtihanı kazanmak mümkün değildir. Günümüzdeki metod tartışmalarının, öncelikle siyasi eğilimlere göre keyfiyet kazandığını ve ihtilaflara vesile olduğunu dikkate almamız gerekir. Bazı usul kitaplarında ‘Hakkı tespit ve batılı iptal niyetiyle, iki muarızın şer’i delil getirmesine ihtilâf denilir.’ tarifinin yer aldığı malûmdur. Dolayısıyla fer’i olan her meselede; hakkı tespit ve batılı iptal gayreti, değişik yorumların gündeme girmesine vesile olacaktır. İhtilâfın önüne geçmek mümkün değildir. Meselenin bir diğer boyutu da şudur: Son devrin fakihlerinden İbn-i Abidin’in ‘Mecmûatû’r Resâil’ isimli eserinin ‘Neşrû’l Urf’ bölümünde ifade ettiği gibi, ‘Fıkhi hükümlerin; ya açık bir nassa dayanması, ya da re’y ve ictihatla sabit olması’ gerekir. İctihada konu olan meselelerde, elbette bir değil, birden fazla ihtimal söz konusudur. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin bizzat ictihad yaptığı ve Sahabe-i Kiram’ı ictihada teşvik ettiği, mütevatir haberlerle sabittir. Müslümanların herhangi bir meselede hüküm verirken, şer’i usûle riayet etmeleri gerekir. Mu’teber kaynaklardan Feteva-ı Hindiyye’de; ‘hüküm verme usulü’ izah edilirken, şöyle denilmiştir: “Kadı veya müftü için esas olan, Allah Teâlâ’nın kitabında bulunanla hükmetmesidir. Bu sebeble Kur’an’da bulunan nasih ve mensûh ayetleri iyi bilmesi gerekir. Nasih olan ayet-i kerimelerin; muhkemini, müteşabihini ve kıraat sebebiyle tefsirinde olan ihtilâfları kavraması şarttır. Eğer vereceği hükmü Allah Teâlâ’nın kitabında bulamazsa, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnetiyle hükmetmesi gerekir. Bu sebeble Sünnet’in de nasihini ve mensûhunu iyi bilmesi icap eder. Hadislerde ihtilâfa düşerse; mütevatir veya meşhur olanını alır ve onunla ictihad eder. Bunun dışında ravilerin mertebelerini dikkate alması; adil ve âlim olanlarını, dört halife ve dört Abdullah’dan gelenleri ve diğerlerini bilmesi gerekir. Eğer Kur’an ve sünnette hüküm bulamaz ise; Sahabe-i Kiramın üzerinde icma ettikleri görüşe göre hüküm verir. Çünkü Sahabe-i Kiramın icması ile amel etmek vaciptir. Şayet o meselede Sahabe-i kiram ihtilâf etmiş ise, tercihte bulunabilir. (..) Eğer kadı veya müftü, ictihad ehli değilse, kendisinden istenilen hükmü bir müctehidden alır. İlimsiz hüküm vermez, sormaktan da utanmaz.” Bu tesbit, bizim temel ölçülerimizi ve hassasiyetimizi ifade eden bir tespittir.
İslam Dünyası’nın, ümmetin genel anlamda problemleri nelerdir? Neler yapılabilir?
HÜSNÜ AKTAŞ: İslâm Fıkhı’nın mahkûm edildiği, farzların yasaklandığı ve haramların teşvik edildiği ülkelerde yaşayan Müslümanlar ile ‘Darû’l İslâm’da yaşayan Müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. Allah’ın indirdiği hükümler ile hükmedilen bir İslâm beldesi için üç farklı tehlikeden söz etmek mümkündür: Birincisi: Kâfirler, İslâm ülkesini işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidad ederek, Darû’l İslâm’ın sınırları içindeki bir beldeyi ele geçirebilirler. Üçüncüsü: Mü’minlerin emirine zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimlerin, bu akdi bozmaları ve İslâm toprağını istilâ etmeleri mümkündür. Geçtiğimiz yüzyılda; asırlarca süren savaş (cihad) neticesinde elde edilen İslâm topraklarında, bu üç tehlikenin aynı anda yaşandığını söylemek mümkündür. Günümüzde sayıları bir milyara yaklaşan Müslümanların, kendilerinden olan bir emir sahibine (Halife’ye) bey’at edemediklerini gizlemenin bir anlamı yoktur. Kendi aralarında İslâm Fıkhı’nın bütün hükümlerini uygulamayı arzu eden Müslümanların, akla-hayale gelmeyecek işkencelere tabi tutuldukları da malûmdur. Cezayir’den Afganistan’a kadar bütün İslâm topraklarında; insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoymak için elinden gelen gayreti sarf eden Müslümanlar, ‘cemaat haline’ gelmeye başlamışlardır. Bütün imkânsızlıklara rağmen Filistin’de, Irak’ta Afganistan’da, Doğu Türkistan’da ve bazı Afrika ülkelerinde, müstevli kâfirlere karşı silahlı mücadele veren mü’minler, azimet yolunu tercih etmişlerdir. Bilindiği gibi Mü’minlerin, kâfirleri dost ve veli (yönetici) edinmeleri haram kılınmıştır. Ancak kâfirlerin hâkim olduğu topraklarda, işkence ve ölüm tehlikesi mevcutsa, ruhsatla amel etmeleri caizdir. Bu hakikat, muhkem nasla haber verilmiştir: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesin. Kim bunu yaparsa, (ona) Allah’tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Meğerki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah size (asıl) kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet gidiş de ancak Allah’adır”.(Al-i İmran Sûresi: 28) Hz. Abdullah İbn-i Abbas “Meğer ki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız.” emr-i ilâhisinin keyfiyetini izah ederken, şu tesbitte bulunmuştur: “Bu, kalbi iman ile dolu olduğu halde, ruhsatla amel edip, işkence veya ölümden kurtulmuş olmasıdır. Bu durumda hem öldürülmemiş hem de günah işlememiş olur.” Ruhsatla amel (takıyye) konusunda İmam Hasanü’l Basri Hazretleri şöyle demiştir: ‘Müslüman için takiyye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar caizdir. Ancak bunu dalkavukluk, müdahane ve kâfirlere şirin görünmek için kullanmak haramdır. Zira bu durumda ruhsatın sınırlarının aşılması ve nifak üzere hayatını sürdürme tehlikesi vardır. Mü’minlerin, müstevli kâfirlerin ve müstekbirlerin zulmünden kurtulmak için inançlarını gizlemeleri caiz olduğu gibi, haksız yere öldürülmekten kurtulmak için (zalim ve şaki olan) diğer Müslümanlara karşı da ruhsatla amel etmeleri caizdir. Muteber fıkıh kitaplarında, ruhsatla ilgili olarak şu tespitlere yer verilmiştir: ‘Ruhsat, kulların özürlerine binaen meşrû olan bir şeydir. Mukabili azimettir. Azimet, aslı kulların özürlerini itibara almadan meşrû olan şeydir. Ruhsat ile azimetin tarifinde essah olan kavil budur.’ Ruhsat hükmünde olan amellerin, keyfiyetlerini dikkate aldığımız zaman “ruhsat-ı iskat’ ve ‘ruhsat-ı terfih’ şeklinde tasnif etmemiz mümkündür. Ruhsat-ı iskat, azimetle amel etmeyi ortadan kaldıran bir özürdür. İnsanların can, mal, akıl, nesil ve din emniyetini hedef olan her türlü tehdit ve zorlama, ikrahı gündeme getirir. Tehdit eden güç devlet (sultan) ise, başka hiçbir şartın aranmasına gerek yoktur. Bu durumda ‘ikrah-ı mülci” ortaya çıkar. Mükellefin, “Tehdit ettiği şeyi yapsın da (öldürsün veya uzvumuzu kessin de) görelim” demesinin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ruhsat, canın ve uzvun korunması için meşrû kılınmıştır. Tarih boyunca totaliter dünya görüşlerini benimseyen (hevâlarını ilâh edinen) devlet adamları; resmi ideolojilerini korumak ve dünyevi ihtiraslarını tatmin etmek için, şiddete başvurmuşlardır. Kanuni-resmi şiddetin “Devlet Terörü”nü gündeme getirdiği malûmdur. Zaman içerisinde değişik ideolojilere mensup kimselerin ‘Silâhlı Propaganda’ usûlünü benimsemeleri, terör felâketini bütün insanlığın problemi haline getirmiştir. Müslümanların bazı hallerde azimetle, bazı hallerde ise ruhsatla amel etmeleri caizdir. Azimetle amel eden Müslümanları ‘kahraman’, ruhsatı tercih edenleri ‘korkak’ şeklinde nitelendirmek, büyük bir zulümdür. Bu noktada Peygamberimiz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şu emrini hatırlatmakta fayda vardır: ’ Allah’a ve ahiret gününe imanı olan kimse, ya hayırlı bir söz söylesin, ya da sussun.’ Sultandan (iktidar sahiplerinden) veya kuvvet sahibi çete reislerinden gelen ikrahın, hükümlerin değişmesine vesile olduğunu inkâr etmek caiz değildir. İkraha muhatap olan Müslümanın lehinde şehadette bulunmak, din kardeşliğinin zaruri bir neticesidir. Sualinizde yer alan ‘Neler yapılabilir?’ sualinin bir değil, birden fazla cevabı vardır. Sadece şunu söyleyebiliriz: Neler yapılabileceğini araştıran (taharriye riayet eden) ve kendi aralarında istişare ederek karara bağlayan her cemaat, usûle riayet etmiştir.
Ülkemizin ve insanlarımızın genel anlamda problemleri nelerdir? Neler yapılabilir?
HÜSNÜ AKTAŞ: Ülkemizin ve insanlarımızın genel anlamda problemlerini, sayıyla ifade etmek kolay değildir. Genel anlamda şunları söylemek mümkündür. Cemiyet halinde yaşayan insanların itikadi, siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlâki hükümlere ihtiyaçları vardır. Muhkem naslarla sabit olan hakikat şudur: Allah Teâlâ her kavme; önce kendi içlerinden, kendi dilleriyle konuşan bir rasul veya nebi göndermiş, daha sonra kendilerine hakkı veya batılı tercih etme mesuliyetini yüklemiştir. Tevhid akîdesi; zaman ve mekân farkı gözetmeden daima Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine imanı, O’na asla şirk koşulmamasını ve indirdiği hükümlere uygun bir hayat yaşanmasını gündeme getiren bir akîdedir. Dolayısıyla Müslümanlar için zaruri olan unsur ’ vazife ve mes’ûliyet ahlakına’ haiz olan insanların sayısını artırmak ve ortak mücadele vermelerini sağlamaktır. Vazife ve mes’ûliyet ahlâkı, ehliyet sahibi her insanın hayati keyfiyete haiz olan bir ahlaktır. İradeden mahrum kimseler; arzularının ve heveslerinin esiri haline gelebilirler. Peygamberimiz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin: “Ümmetimin hakkında endişe ettiğim hususların en tehlikelisi, hevâya uymak ve tûl-i emeldir. Hevâya tabi olmak insanı hak yoldan saptırır. Tûl-i emel ise ahireti unutturur.” mealindeki mübarek tespitini, iyi tefekkür etmeye mecburuz. Hiç ölmeyecekmiş gibi davranmak (tûl-i emel) ve şehvetlerin peşinde koşmak, başlı-başına felâkettir. Maalesef Türkiye’de bu felâket, yaygın bir hastalık halini almıştır. İslâm dini; küfrü, şirki ve nifakı ne ölçüde tehlikeli bulmuş ve yasaklamışsa, toplum hayatında siyasi otorite boşluğundan doğan kargaşayı da aynı ölçüde tehlikeli bulmuştur. Siyasi Otorite, en küçük toplum birimi olan ailede dâhil, her yerde hayati öneme haizdir. Seyahat gibi, kısa süreli bir halde dahi, otoritenin teşekkülü şart koşulmuştur. Nitekim Ebû Said El Hudri’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Üç kişi sefere çıkarlarsa, mutlaka içlerinden birini emir (imam) tayin etsinler” emrini vermiştir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün toplumları; ihtilâftan, çekişmekten, zaman ve güç kaybından kurtarmak, birlikte hareket etmelerini sağlamak ve tespit ettikleri hedefe kavuşturmanın yegâne yolu budur. Selim akıl sahibi her mü’min, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin “Dünyanın ücra bir köşesinde de olsa, üç kişinin içlerinden birini kendilerine emir (imam) tayin etmeden yaşamaları helâl olmaz’ mealindeki mübarek tespitine uygun olarak amel etmek borcundadır. Hanefi fukahası ‘Halifesiz bir toplumda yaşayan Müslümanların’ ne yapmaları gerektiği konusu üzerinde hassasiyetle durmuştur. İbn-i Nüceym’in kaleme aldığı “El Bahrû’r Raik”, İbn-i Hümam’ın “Fethû’l-Kadir” ve İbn-i Abidin’in “Reddü’l Muhtar” isimli eserlerinde, gayr-i meşrû güçlerdin istilâsına uğrayan İspanya’nın (Endülüs’ün) durumu misal verilmiş ve şu tavsiyede bulunulmuştur: “ Orada Müslümanlar mahkûm durumda, gayr-i müslimler ise hâkim durumdadırlar. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan Müslümanlar aralarından birine imamet görevini vermeleridir. Hepsinin onda ittifak etmeleri vaciptir. Seçtikleri bu kimse; kadı (Hâkim) tayin eder. Böylece kendi aralarında vûkû bulan hadiselerin (ihtilafların) mahkemeye intikâli sağlanır. Yine buralarda kendilerine Cum’a namazı kıldıracak bir imam nasb ederler.” Dikkat edilirse; müstevlilere İslâm toprağını terk etmemek için, acilen yapılması gereken işler izah edilmiştir. İbn-i Abidin: “ İnsanın mutmain olduğu ve kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir” diyerek, müftabih olan kavle işaret etmiştir. İslâmi hareket; hevâlarını bir kenara bırakan, ihlâsla Allah Teâlâ’ya teslim olan ve hakikate uygun amellerde bulunan insanların teşkilatlı bir mücadelesidir. İslâmi cemaat; malûm bir hedefe ulaşmak için faaliyetlerin sınıflandırılması ve yetki silsilesinin belirlenmesi sonucunda ortaya çıkar. Kendi aralarında; Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlerle hükmeden ve ihtilâflarını İslâm Fıkhı’na göre çözebilen insanların; hem bu dünyada, hem ahirette saadete kavuşmaları mümkündür. Bu hedefin gerçekleşmesi için zaruri olan her müessesenin kurulması da elzemdir. Peygamberlerin varisi olan ulemanın; İslâm fıkhına göre kurulacak cemaatin mahiyetini ve temel hedefe ulaşmak için takip edilmesi gereken siyaseti tespit etmesi zaruridir.