Hasbihal

Hasbihal

Sen gideli çeyrek yüzyıl bile olmadan neler değişti neler, bir bilsen! Memleketimizde iyi gelişmeler de oldu kötüye doğru yöneliş de oldu diyerek söze başlayalım. Mesela senin çok sinir bozucu bulduğun başörtüsü yasağı kalkalı hayli zaman oldu. Torunlarından bir kısmı tesettürden taviz vermeden meslek sahibi oldular. Senin deyiminle vatana millete hayırlı hizmetler yapmaya gayret ediyorlar. Yine, göremediğin torunların ve mahalleden birçok kızımız da örtülerine halel gelmeden tahsillerini yapmaya devam etmekteler. Diğer taraftan bazı nimetlerin kıymeti sanki yasakla bilinmektedir. Kasabada artık başörtülü, başörtüsüz farkı kalmadı desem mübalağa etmiş olmam. Başını açıp tahsil yapanların ekserisi şu iddiaları dillendiriyorlar: Başörtülü de flört (bu arada sen bu kelimenin ne anlama geldiğini bilemeden gittin şu âlemden, ne mutlu sana!) yapmakta; örtüsüz de. Örtüsüz de namaz kılmıyor; örtülü de. Örtülü de iffetine dikkat etmiyor; örtüsüz de…

İyi ki hayatta değilsin. İyi ki başında örtüsü olduğu halde kafelerde ne idiğü belli olmayan erkeklerin önünde gitar çalan kızlarımızın haberlerini televizyonlardan seyretmeden göçüp gittin şu âlemden. Bana, seninle idrak ettiğimiz son Ramazan ayında, neredeyse her gün, “Oğlum, Allah’ın izni ile arefe akşamı benim selam verilecek” demiştin de arefe günü sela nasip olmamıştı. Ölümü bu denli kanıksamanın sebeplerinden biri de, bizim yaşayacağımız gariplikleri tahmin etmen midir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Haftada bir kurulan kasaba pazarına etraf köylerden gelmiş olan, hele hele çarsız (Nevşehir civarında kadınların sırt ve bel kısmını örtmesi için yaşmak üzerine baştan aşağı attıkları beyaz örtü) gelen kadınlara çok kızardın. “Bunlar kıyamet alameti” derdin. Şimdi kadınlarımızın başlarından daha neler attıklarını iyi ki görmüyorsun!

Ülkenin en küçük köylerinde bile Kur’an kurslarına şahit oldukça, İnönü döneminde saklı gizli Kur’an okumayı öğrenip de tecvidi öğrenmeye bir yol bulamadığını sık sık ah çekerek dillendirmeni hatırladıkça Allah’a hamd etmekteyim. (Hatta benim okuyuşumu dinlerken ihfayı sana bir türlü anlatamamıştım. Ben ihfa yaparken “oğlum niye inliyorsun genzinde et mi var” dediğini ise hiç unutmam.) Ne var ki doksan yaşında bile sekiz günde bir hatim indirdiğini aklıma getirdikçe kendi hali pür melalimize üzülmekteyim. Yani yarım yamalak bir tahsille Kur’an öğrenen sizlerin Kur’an’a düşkünlüğü ile yıllarca Kur’an eğitimi almış bizlerin Kur’an’a bağlılığı arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünüp üzülmekteyim. Demek ki tahsil her şey değilmiş. Demek ki irfan mektebinin duvarları yokmuş.

Ajansları (haberleri) radyodan dinlerdin. O ‘Delta’ marka radyonun yeşil rengi ve düğmeleri hala gözümün önünde. Sen haberlere kulağını verirken bizleri kendi bildiğince eğitmekten de geri durmazdın. Örneğin elma yerken bile bizimle ilgilenerek elmayı soymadan yemeyi öğretmiştin. Bunu yaparken sarf ettiğin, “Oğlum, nimeti israf etmek bize yakışmaz. Soyulacak meyveler bellidir. Elmayı soymanın bir âlemi yok, zaten iyice yıkanmış.” şeklindeki terennümlerin hala kulağımda.

Bu arada televizyonu evine sokmadan irtihal eyledin, ne güzel. Televizyonun kimilerinin anlattığı gibi bilgi, kültür bakımından faydaları olacağı yalanını da senin sadece radyodan dinlediğin haberlere yaptığın yorumlar sayesinde daha iyi kavramış durumdayız. Çünkü bugün sabaha kadar televizyon seyredenler bile senin yorum kalitenin onda birine ulaşamaz haldedir. Yorumlarında genel ifadeler kullanırdın. Ayrıntıya girmezdin. Küfür milletinden bahsederdin. Yahudilerin lanetlendiğini vurgulardın. İsrail’e dikkat çekerdin. Amerika’nın dost olmayacağını dillendirirdin. Bu sebeple de afyon ekimini yasaklayan Amerika’ya karşı çıktığı için Ecevit’e “yiğit adam” derdin. Müslümanların bir olması gerektiğini çok güzel örneklerle anlatırdın. Önce Ecevit’i bize sevdiren sen oldun. Sonra bize göre ihtida eyledin. Ama biz yine senin sayende Erbakan Hoca’yı (Allah rahmet eylesin) daha fazla sevdik. Şimdi anlaşıldı ki, malumatfuruş olabilmek için binlerce lira harcayıp dev ekranlara sahip olmak abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir.

Senin oğullarının ilk defa Almanya’dan getirdiği ve senin ‘koşet’ dediğin cıcıl bıcılı alış veriş naylonları (poşetler) her tarafımızı kapladı. Dağları, taşları, parkları, asfalt kenarlarını hatta hatta senin çok sevdiğin Karakepez’deki tarlayı bile bu koşet’lerle süsledik! Bir de senin hiç görmediğin piknik yerlerimiz oldu. Oraları da bu poşetlerle kirlettik. Oysa çevre bize emanetti. İnanıyorum ki böyle olacağını bilseydin o pazar naylonlarını lazım olur diye yıkayıp kuruttuktan sonra minderin altına katlayıp koymazdın.

Bu arada öncelikle sohbetlerini çok özlüyorum. Evine gelen kim olursa olsun seviyelerine inmeye çalıştığını beynime kazımış durumdayım. İcra ettiğin gayri resmi mesleğin (sıhhıyelik) gereği belki herkesle rahat iletişim kurabiliyordun. Ne var ki insanların hastalığını teşhisin peşinden, tedavi için iğnesini enjekte ettikten sonra acil şifalar dileyip, onların gönlünü almak için söylediğin moral verici sözler, hal hatır sormalar, ne güzel hasbıhaller olurdu. Vatandaş yakın köylerden birisinden geldi ise köy halkından tanıdıklarını sual eylerdin. Derken, kişilerin malından melalinden bahsetmesini sağlardın. Herkesin durumuna göre söyleyebileceğin önemli ilkeler, prensipler olurdu. Şimdi, konuşurken hep kendinden bahsedip kendisini dinleyen kişiye bir soru bile sormayı akledemeyen, sözüm ona görgü görenek sahiplerini gözümün önüne getirdikçe, gerçek manada büyüğün küçüğün kim olduğunu daha iyi anlıyorum.

İnsanlarla hasbihal yapabilme özelliğini, Efendimiz’in insanlarla iletişim kurabilmek için bizlere takdim ettiği prensipleri öğrendikçe, sana ne kadar imrendiğimi bir türlü söyleyememiştim. Bu babdan olmak üzere, Efendimiz aleyhisselam’ın da kim olursa olsun, insanları dinlediğini, sohbet etmeye, hal hatır sormaya çalıştığını, hatta hatta özürlü insanlara bile çok değer vererek onlarla ilgilendiğini okudukça sen akılıma geliyorsun. Tabi ki bu özelliğini mektep medrese görmeden nasıl elde ettiğini de merak etmiyor değilim.

Efendimiz aleyhisselam’ı anlatırken kullandığın hitap tarzlarını artık az duyar olduk. Sınırlı insan kullanıyor senin kullandığın tabirleri, terkipleri. Mesela sen Efendimiz aleyhisselam’ı anarken, O’nun isimleri ile birlikte sıfatlarını da zikrederdin. Resul-i Ekrem derdin, Eşref-i Mahlûkat derdin, Mürteza derdin, Mücteba derdin (Gerçi bu sıfatı çok sevdiğini ağabeyime ad olarak koymandan da anlamıştım). Hele, Muhammed Mustafa terkibini diline pelesenk eylemiştin. Hatemü’n-Nebi dediğin olurdu. Kimi zaman da Ahmed-i Mahmudu Mustafa derdin. Ağzından bal akardı, Efendimiz aleyhisselam’ı anarken. Bütün bu ifadeler dilinden dökülürken yüzün daima güleç olurdu. (Peygamberi sevdirirken böyle bir tavır ne kadar önemli imiş.)

Hasbıhalimize devam edeceğiz…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.