Günlerden İslam

O gün sıradan bir pazartesi gecesiydi. Her şey aynıydı, ne bende ne evde ne de çevremde değişen hiçbir şey yoktu. Yine yatsı namazını aynı ikindi namazı gibi farzından yarı uykulu bir şekilde kılmıştım. Sonra içimden dedim ki “ya uzun zamandır sabah namazına camiye gitmiyorum, yarın sabah gitsem güzel olur.” Benim bir üstadım var yani her şeyi birlikte yaptığımız, sevinç ve dert ortağım olan arkadaşım. Ona da haber ettim ve telefonun alarmını kurup yattım. Sabah namazı benim için diğer vakit namazlarından daha farklı bir manaya sahipti. Çünkü sabah camiye giderken hava kapkaranlıkken namazdan sonra etraf aydınlanıyordu. Bu durum benim çok hoşuma gidiyor ve sanki bir mucizeymiş gibi geliyordu. Artık sabah olmuştu ve ezan okunurken kendiliğimden uyanmıştım, hayret etmiştim doğrusu. Normalde telefonu kapatır yatardım ama bu kez kendiliğimden aynı dedem gibi uyanıvermiştim. Dedemde de hayret verici bir durum vardı, sağırdı ama sabah ezan okunurken kendiliğinden uyanırdı, hem de her mevsim. Sabah namazının sünnetini evde kıldım ki üstad çaldırdı anlaştığımız üzere bende hemen dışarı çıktım.
Sokaklar, caddeler fevkaladeydi ve hava o kadar farklıydı ki… O muhteşemliği anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalırdı. Sanki gökten nur yağıyordu ve yeryüzü bizi rahmetiyle bağrına basıyordu. Sıradan bir salı gününün sabahını sanki bir bayram sabahı gibi içimize çekiyorduk. Ruhumda anlamlandıramadığım birçok duyguyu bir arada hissediyordum. Üstadımla hem muhabbet ediyor hem de camiye doğru gidiyorduk. Tam bu sırada burnumuza enfes bir koku gelmeye başladı. Sanki bizim sokağın altında cennete açılan bir kapı vardı ve oradan geliyordu. Koşmadan ama hızlı adımlar ile camiye yaklaşıyorduk.
Birde ne görelim caminin önü çok kalabalıktı. Biz ilk baş kavga falan oluyor sandık ama yaklaştıkça birbirlerine selam verip, halleşen gençleri gördük. Bu sırada müezzin başladı kametlemeye “haydi namaza, haydi kurtuluşa” diyordu. İçeri girdiğimizde gördüklerimize inanamadık. Cami ağzına kadar doluydu ve daha da geliyorlardı. Bu cami nasıl bu kadar dolu olabilirdi? Şehrin arka mahallesinde, kuytu köşede bir camiydi.
Camideki herkes geniş kıyafetler giyinmiş ve sakal bırakmıştı. Önce bir tarikat ya da bir grubun sabah namazı buluşması var zannettik fakat yüzlerine dikkatlice bakınca bizim mahalledeki insanlar olduğunu anlamıştım. Zabıta Ahmet abi, polis Eşref amca, öğretmen Ali bey, müdür Mustafa amca ve Kenan komutan… Özellikle Kenan komutana sakal bir ayrı yakışmıştı. Hemen hemen herkes böyleydi. Biz şok, biz kilit…
Caminin içerisinde küçük adımlarla ilerlerken bir an kendi üzerime bir de üstadın üzerine baktım. Üzerimde dar bir kot pantolon, daracık bir gömlek, turuncu mont ve keçi sakalı vardı. Sonra üstada baktım. O benden daha kötü durumdaydı; ingiliz favorileri, permalı saçları, kıyafetlerini söylemeye dilim varmıyordu. Camideki dayılar önce bizi turist sandılar. Yani haklılardı da… Üstadla bakışıp başlarımızı yere eğdik, tıpkı suç işleyen küçük çocuklar gibi. Helal olsun dayılara bizi tanımaları uzun sürmedi, ardından da ‘vah vah bizim çocuklar ne hale gelmiş’ diye sızlanıp üzüldüler. Bunca şey yaşanırken imam tekbir getirdi ve namazına başladık, belki de o güne kadar kıldığım en güzel sabah namazıydı imam ayetleri sadece okumuyordu, aynı zamanda kalplerimize işliyordu. Ruhumda inanılmaz bir ferahlama hissetmiştim. Daha öncede sabah namazı kılmıştım ama böylesini ilk defa yaşıyordum. Namaz bitti ve camide ani bir hareketlilik oldu. Herkes imamın etrafında toplandı, bizde hemen oraya geçtik ve imam başladı konuşmaya… “Hacı Mustafa amca bugün namaza gelmedi, onu bir ziyaret edin. Evlenme zamanı gelip de imkânsızlık yüzünden evlenemeyen gençler var. Onlar bu toplumum göz bebeğidir, onlarla ilgilenilsin işi olmayana iş, eşi olmayana eş bulunsun. İşini kaybetmiş kardeşlerimiz var onların ellerinden tutun. Bildiğim kadarıyla çevremizde ihtiyaç sahibi hiç kimse kalmadı. Bu yıl ki zekât ve sadakalarınızı Rusya, Çin ve ABD’deki Müslümanlara gönderin.”
Ne olup bittiğine anlam veremiyorduk. Bu konuşan bizim imam olamazdı! Ancak ona çok benzeyen biri olabilirdi. Cemaat sanki başlarının üzerinde kuş varmış gibi onu dinliyordu. Derken İmam Efendi bir de bizden helallik aldı. Haftalık izninde Kudüs’ü ziyaret edecekmiş. Benim üstad alaycı bir kahkaha ile gülünce millet direkt bize baktı, zor susturdum. Çünkü bizim imam haftalık izninde gitse gitse İstanbul’a maça giderdi. Cemaat dağılmaya başlamıştı bizde tam cami kapısından çıkıyorduk ki “dıııt!” diye bir ses geldi. Ne oldu diye etrafıma bakarken bir dayı kulağıma eğilip ‘camiden yanlış ayakla çıktın. O yüzden öttü.’ dedi. İçimden yok artık dedim ve tam ağzımdan küfür çıkacaktı ki üstat ağzımı kapattı. Adeta travma geçiriyordum. Mustafa amcanın evine giden ekibe biz de katıldık.
Mustafa amcaya geçmiş olsun dileklerimizi ilettikten sonra tam muhabbete geçilmişti ki bir anda televizyon dikkatimi sömürdü! Bir şokta orda yaşadık üstadla. Her şok diğerinden daha büyüktü. Televizyon hiç bizim bildiğimiz gibi değildi. Yani hiç ahlaksız yayın yoktu. Herkes İslam’ın emrettiği gibi giyinmişti, saçma sapan güya romantik, antiİslami dizi ve programlardan hiç biri yoktu. Televizyonun Müslümancası icat edilmişti sanki. Ben şaşkın şaşkın televizyona bakarken haberler başladı, Flaş! flaş! flaş! diye girdi spiker. Biz yine Ümmet coğrafyasından bir yangın, bir ölüm haberi bekliyorduk ki spiker o güzel sakallarıyla sözlerine başladı. Dediğine göre Filistin yanmıyor, Somali açlıktan ölmüyor, Myanmar boğulmuyor, Suriye artık ağlamıyordu! Aksine İstanbul-Kudüs arası hızlı tren seferlerinin yarın başlayacağını ve isteyen herkesin rahatça gidebileceğini söylüyordu.
İnanılır gibi değildi. “Kudüs’ü ne zaman kurtardık?” diye sordum. Oradakiler bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı. !Kudüs hep bizimdi!’ der gibi bir tavırları vardı. Allah’ım zaman da yolculuk yapıyor gibiydim. Hele benim üstad iyice şaşkınlıktan bir hal olmuştu. Bizim imamın haftalık izninde Kudüs’e nasıl gideceğini anlamıştık. Gün iyice aydınlanmıştı. İmamın bizlere verdiği diğer görevleri yerine getirmek için Mustafa amcanın evinden çıkmıştık.
Yürürken yoldan hiç görmediğim hatta ismini dahi duymadığım bir otomobil geçti. Hemen oradakilere ‘bu araba ne?’ diye sordum. Dayılar ‘o otomobil bir Müslüman bilim adamı tarafından icat edildi. Hava ile çalışır, karbondioksiti içine alır ve dışarıya oksijen verir.’ dedi. Yine hayranlıkla yürürken dolmuş durağına geldik. Ben hemen ilk gelen dolmuşa el kaldırdım ama durmadı. Yav niye durmadı diye sızlanırken arkadan biri bana ‘Sen ne kadar cahilsin delikanlı! Görmedin mi o hanımlara özel dolmuş, onun şoförü bile kadın! Yani o dolmuşa erkekler binemez.’ dedi. Şöyle bir yutkunduk üstadla, helallik aldıktan sonra ekipten ayrıldık ve şehir merkezine doğru yürümeye başladık.
Sokaklardaki insanlar aynı camideki ya da televizyondakiler gibiydi. Çarşıdaki bayanlar tam bir tesettür abidesiydi. Biz bu ortamı çok sevmeye başlamıştık. Caddede yürürken gözümüze hiçbir banka çarpmamıştı ama artık şaşırmıyorduk anladık ki faiz kalkmıştı ve ihtiyacı olanlara esnaf kuruluşlarından (karz-ı hasen) ya da devlet kurumlarınca destek veriliyordu. Bir anda yüzümde sert bir tokat hissettim sonra bir tane daha! Bu ikinci tokadı üstad atmıştı, sonra bir tokatta kendine attı. Baktım ki üstad kendinde değil, kolundan tuttum bir çeşmeye götürdüm, elini yüzünü yıkadık. Biran kafayı bozuyor sandım. Neden böyle bir şey yaptığını sorduğumda ‘olanlar gerçek mi diye test etmek istedim.’ dedi.
Kendine gelince yürümeye devam ettik, halen en garip kıyafetli bizdik ama bizi hiç dışlamadılar aksine herkes bize hoşgörülüyle davranıyordu. Bir şey fark etmiştik, sanki yaşlanıyorduk! Sabah yirmi beş yaşındaydım, vakit ikindi olmuştu ama kendimizi elli yaşındaymış gibi hissediyorduk. Saçlarıma aklar inmişti, sakallarımda ise beyazlıklar vardı. Hayret gerçekten hayret…
Şehrin meydanında büyük bir kalabalık vardı. Merakımıza yenik düşüp kalabalığa yaklaştık bir de ne görelim! Roma’nın fethi için gönüllü asker alımı yapıyorlarmış. Biz de kaydolalım dedik ama ‘Siz çok ihtiyarsınız ama ihtiyaç olursa haber ederiz.’ diyerek gönderdiler. Çok üzülmüştük ama olsun Roma feth olunacaktı, bu bize yeterdi. Üstadla tekbirler getirerek birbirimize öyle bir sarıldık ki anlatamam, bu bize küçükken anlatılan Efendimiz aleyhisselamın hadisine delalet ediyordu. O gün rahmetli hocamızın anlattıklarına inanamıyorduk ama ne dediyse tek tek yaşıyorduk…
Artık vakit yatsı, zaman ise yorgundu. Dakikalar ilerlememek için adeta yavaştan alıyordu. Biz camide yerde oturuyor, namaz için ayağa dahi kalkamıyorduk. İhtiyarlamıştık! Sanki yetmiş beş yaşındaydık. O an üstada baktım birde ne göreyim her yeri buruşmuştu ve sürahi altı gibi gözlükleri vardı ve beni net göremediği her halinden belliydi. Üstad bana ‘hakkını helal et, bu bizim son namazımız olabilir.’ diyordu. Helalleştik sarılıp ağlaştık ALLAH bize ömrümüzde bir gün dahi olsa İslam Devletinde yaşamayı nasip etmişti.
Her şeyin başladığı o camideydik. İmam tekbir getirip namaza başlamıştı ama biz ne eğilebiliyor ne de doğrulabiliyorduk. Rükû ve secdeleri bile tam yapamıyorduk. Son rekâtta secdedeyken tam ruhumu veriyordum ki bir ses geldi. Çok gıcık bir sesti ve son nefesimi veremiyordum. Ses yoğunlaşmış ve farklılaşmıştı. Bir anda irkildim ve saate baktım. Sabah namazı vakti gelmişti. Üstadım beni namaza çağırıyordu. Bir taraftan da ‘senin yüzünden yine geç kalacağız. Bana yine sen namaz kıldıracaksın. Bir kerede şu imama yetişelim!’ diye söyleniyordu. Bense o rüyayı hatırladıkça duygulanıyordum.
Rüyamı üstada anlatırken, bir yandan da ağlıyordum. Yine bir tokat hissettim! Baktım üstat vuruyor, ne vurup duruyorsun diyerek bende ona vurdum, beraber gülüşerek camiye gittik. Hani Mustafa amca demiştim ya o da camideydi, bize nasip olmayan ona nasip oldu namazda ruhunu teslim etti. ALLAH rahmet eylesin… Hala rüyanın etkisindeydim, sürekli ah çekiyordum. O muhteşem hayatın rüya olmasına çok üzülüyordum.
Ah çekmeyi bırakıp yaşadığımız hayatlara baktım. Gizli kapitalizme yakalanmış beyinlerimizde kin, haset, fesat, ahlaksızlık gırla başını almış gidiyor. Ümmeti Muhammedi şuncu, buncu diye ya da ideolojilerin peşinden koşturup izm’lere kul etmeye çalışıyorlar. Onlara söylüyorum. “Bir gün hepinizin sonu gelecek ve yaptıklarınızın en ince ayrıntısına kadar hesabını vereceksiniz!!!
……… Ne Mutlu Farkı Fark Edebilene …….