GÖK SOFRASINDA BİR ZİYAFET YA DA BİR ESERİN ÖYKÜSÜ

GÖK SOFRASINDA BİR ZİYAFET YA DA BİR ESERİN ÖYKÜSÜ

Seksenli yılların ortalarıydı. Bir süre önce bir lise öğrencisiyken başladığım müzik çalışmaları ilk devrelerindeydi. Bant tiyatrosu olarak adlandırılan ilk çalışmaların ardından yine amatör olarak bu çalışmalarda yer alan bir kaç arkadaşımla birlikte Zaman yayıncılık adıyla dinleyiciye sunulan ve sadece eserler içeren ilk çalışma Gün Batıdan Doğmadan ismini taşıyordu. Ardından Adı İçin Yaşamak adlı albümde yeni eserler yer aldı.

Şehid Türküsü ise bir albüm için tasarlanmış değildi. İslam coğrafyasındaki işgaller ve direniş hareketlerini duyduğumuz izlemeye çalıştığımız, kavramaya çabaladığımız genç dönemlerimizdi. Dünyada köklü sarsıntıların yaşandığı ve etkilerini yıllar sonra daha güçlü hissedeceğimiz hareketliliklerin gözlendiği bir devreydi. Elbette ki bizler bir avuç insan olarak söylediklerimizi ilgi ve heyecanla izleyen, destekleyen bir büyük camianın varlığını hissetmeye başladık. Bu devre siyasi, toplumsal, düşünsel iklimimizde farklı bir dinamizmden sözedilebilir diye düşünüyorum.

Sanat alanında, özelde müzikte özgün ve farklı denemelerin ilk örnekleri olduğumuzu farkettiğimiz bu yıllarda müslüman bireylerden çok ümmet ve cemiyet dili öne çıkıyordu. Afganistan’ı, Filistin’i, İran’ı, Kafkasya’yı, tabii giderek Balkanlar’ı ve diğer coğrafyaları keşfetmeye koyulduğımuz, bütün bir yeryüzünde kardeşlerimiz olduğunu biraz daha kavradığımız bı dönemde “müslüman” oluşumuzu ve hayata müdahil olmamız gerektiğini daha yüksek perdeden ifadeye çalışıyorduk. Basında, eğitim ve iş hayatında vd. var olmalıydık. Bu kadar ötelenmek, itelenmek yeterdi artık. Bu toprakların öz evlatları bizdik çünkü. Özellikle Afganistan bir destandı Rus işgali karşısındaki direnişiyle.

Bir izbe binanın penceresinden dışarıyı seyrettiğimi hatırlıyorum… İri kar taneleri düşüyor…. Buraya vakıf diyoruz ama öyle kolay değil resmi bir kurum olmak…

Bir vakfın şubesi olma çabasıyla kiralanmış ama kirası bile zor ödenebilen bir mekan…

Çoğumuz öğrenci ve harçlıklar zor bir araya gelebiliyor, ya bir ya da iki esnafçık var aramızda… İstanbul’un sur dışı bir mahallesinde, bir ara sokakta…

Ama yüreğimiz dünyaları içine alacak gibi…

Üç dört arkadaşı bir araya getirip kendi ezgilerimizi yapmaya söylemeye ve haftada bir kaç gün bunun için buluşmaya devam ediyoruz. Bir arkadaş elinde bağlama, kırık dökük bir ezgi dolanıyor elinde. Yıllar sonra  “ ümitsiz olmaz… sevdasız olmaz” sözlerine denk gelen bestenin ilk iki mısralık küçük bölümü…

Kar yere daha yoğun düşerken pencereden adeta beyaz üstüne birazdan sıcak sımsıcak bir kırmızı düşecek gibi oluyor… Arkadaşa sadece orayı tekrarla dediğimi hatırlıyorum. Ve cebimdeki kaleme sarılıp bir defter sayfasına işliyorum kelimeleri…

Ümitsiz olmaz ümitsiz olmaz, sevdasız olma sevdasız olmaz…” Sadece bu bölümü tekrar tekrar okuyoruz… Sonra:

“Dağları oyup zindan etseler, Allah nurunu söndüremezler…

Dağları oyup zindan etseler davamın önüne geçemezler”

Devam ediyorum hiç ara vermeden…

“Yarasız olmaz, çilesiz olmaz, şehidsiz olmaz, kurbansız olmaz…”

Peygamber sözü beliriyor zihnimde ve gök sofrasından rızıklanan şehidi bize anlatan Rabbimizin ayetleri;

“Şehid tahtında Rabbe gülümser, ah binlerce canım olsaydı der

Şehid tahtında Rabbe gülümser, canın bedeli bir sofradan yer”

Ve sonra bunca telaş, bunca anlamsız endişe, bunca kavga, bunca zulüm… Oysa ki;

“Karanlık ölür, zulumat ölür,

Gözler önünde,

Ve ölüm ölür!!!”

Her şey berraklaşıyor, kar örtüsüne düşen bir damla kırmızıdan sonra;

 “Anladım ark Uhud ve Bedir

Ve ümit, sevda, şehadet nedir

Soludum kabri, mahşer anını

Ümidi… Şehidi… Ve Sevdayı”

Tüm bu satırları bir defada kaleme aldığımı hatırlıyorum. Hemen aynı dakikalarda bir iki küçük tercih ve değişiklik dışında hiç değişmedi. Herhalde bir ruh haliydi ve eseri kaleme aldıran çocukluktan gençliğe dinlediğimiz şehadetin güzel örnekleriydi.
Eser ortaya böyle çıktıysa da şehidin ve şehadetin Hamza (r.a)den başlayan ve son asrın şehidlerine kadar uzanan ve müminlere dirilik veren öyküsü yazılmaya devam ediyordu… Eserin son şeklini alması için üzerinde epeyce çalışma yaptık. Bir kaç müzisyen arkadaşımızın katkıları olan bir ekip çalışması demek daha doğru olur.

Seyyid Kutub’u okuduğum (eserleri dışında hayat öyküsünü) sıralarda eserimizi ona dair bir bant tiyatrosu içinde değerlendirebileceğimizi düşündüm. Böylelikle bir yaşanmışlığa armağan olabilecek bir kaç eser içinde “şehid türküsü” öne çıkmıştı. Sözün besteyle ahenkli bir buluşması olduğunu düşündüğüm eser Ulvi Alacakaptan’ın Birlik Sanat ürünleri arasında ilk kez, senaryosunu da kaleme aldığım “Seyyid Kutub” adlı çalışmada yer aldı. Eser yıllar sonra “İzler” adlı albümde tekrar yeni düzenlemesiyle sunuldu. Çünkü bir önceki kayıt bant tiyatrosu içindeydi bulunması, dinlenmesi daha zordu. Yeni kuşaklara bir müzik albümü içinde dinletilmeliydi.

O günlerden bu yana aynı aşkla okuyageldiğimiz eser dünyanın farklı coğrafyalarındaki kardeşlerimize kadar ulaştı. İnsanı şehadet makamına taşıyan sevda varoldukça paylaşılacağına inanıyorum.Nebiler ve sıddıkları izleyen bu bahtiyar grubun şahitliği tüm zaman ve mekanlarda eskimeyecektir. Değişen ve sözümona gelişen uygar dünya, şehidin sofrasındaki lezzet ve mutluluğa erişemeyecektir.. Nereden mi biliyorum?
Alemlerin Rabbi olan Allah yalan söylemez!!!

 

**

 

Şehid Türküsü

Şehid tahtında Rabbe gülümser.
Ah binlerce canim olsaydı der.
Şehid tahtında Rabbe gülümser
Canin bedeli bir sofradan yer

Ümitsiz olmaz.
Sevdasız olmaz.

Dağları oyup zindan etseler,

Allah nurunu söndüremezler.
Dağları oyup, zindan etseler;
Davamın önüne geçemezler.

Yarasız olmaz.
Çilesiz olmaz.
Şehidsiz olmaz.
Kurbansız olmaz.

Şehid tahtında Rabbe gülümser.
Ah binlerce canım olsaydı der.

Şehid tahtında Rabbe gülümser.
Canin bedeli bir sofradan yer.

Karanlık ölür.
Zulümat ölür.
Gözler önünde,
Ve ölüm ölür.

Anladım artik Uhud ve Bedir,
Ve ümit, sevda, şehadet nedir?
Soludum kabri, mahşer anını,
Ümidi, şehidi ve sevdayı.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.