Genç Kalemler / Duyar/Sız mısın?

Mavi gözlerini yukarıya dikmiş yıllardır maviliğini göremediği göğe bakıyordu. Gök kırmızı, yer kırmızı. Artık bu rengi sevmiyordu. Gideceklerdi buralardan ama nereye? Geride bıraktığı ve vazgeçemeyeceğini sandığı her şeylerini bırakıp sessizce gideceklerdi. Mecburlardı. Kaybettiği sadece sol kolu değildi, kalbinde kocaman yeri olan sevdikleriydi. Sevgi. Evet, sevgi koca cihânı âbâd edebilecek büyüklükteydi. Ve sevgisizlikte her yeri berbat edecek derecede sevimsizdi.
Gitmek, bütün yaşanmışlıkları alıp omzuna geçmekti keder köprüsünü. Ve kader, mutlaktı. Muallak olan ise insandı. İnsan kalmak zor muydu? Peki, bu barbarlar insansa o kimdi? Kimliğini ararken annesinin elinden tutup yâr olmuştu yollara. Vatansız kalmanın ne olduğu şu yaşında alnının çatına vurulmuştu. Annesi, kardeş bildikleri insanlara doğru emin adımlarla yürüyordu. Anne. Ne büyük bir kelime. Dört harf, iki hece, manası derin, anlamı sonsuz, yeri dolmayan yegâne kişi demekti. Baba ise derin bir hüzün. Yürüdükçe maviliğe hasret kalan bakışları asılı kalmıştı göğe. Kuşlar dedi, varmış anne. Sağ elini kaldırıp uzattı göklere. İlk defa gülümsemişti. Savaş izinin kazındığı yüzler ayakları parçalanasıya kadar yürüyordu.
Gece çıkmıştı göğe. Gece ki, acının depreştiği vakit olarak bilinirdi. Gece, gözyaşına en yakışan vakit. Gece, ağır bir yük. Günler bindikçe birbirinin sırtına yol yüklendikçe yüklendi geniş omuzlarına. Nihayet vuslat vakti gelince gevşeyen omuzlar bir bir düştü toprağa. Hamd ve şükür.
Rahat bir nefes alacak insanları daha çok vakit geçmeden horladılar. Kalsaydınız vatanınınız da, savaşsaydınız dediler. Maytap patlasa ödü patlayan kişilerdi bunları söyleyenler. Koca göbekli adamlar üst perdeden detone olan sesleriyle ‘’burada ne işiniz var’’ diye kibirlendiler. Küçüldükçe küçüldü yetimler. Yetim başı okşamayan eller ne çirkindi! Yerleri daraldı sanıp sürekli kinlerini kustular. Şu geniş yeryüzünü kıskanıyorlardı. Oysa küçük bir çocuk daha ne taşıyabilirdi kendinden başka? Sırtına yüklenen dünya kendinden büyüktü. Kendine sırt çeviren bir dünya bütün ömrü namluların önünde geçen birisi için gayet sıradandı. Alışmıştı. Alışmak ne derin bir mana. İnsan ölüme alışır mıydı, yahut horlanmaya? Ama alışmıştı. Alıştırılmıştı. Mecbur bırakılmıştı yalnızlığa. Zaten gurbette olan insanı iyice darlamak nedendi?
Âh. Her verdiği lokmayı başa kakan, her fırsatta misafir olduğu hatırlatılan, konuşurken anlaşılmayan, anlatsa duyulmayan bir çığlık vardı. Evet, tam senin içinde. Vicdanının orta yerinde. Peki, sen duydun mu? Sen eğer merhamet etmezsen merhamet bulamayacaksın. Bilirsin. Ama işine gelmez. Rutubet kokusundan burnunun düştüğü yere kendin giremezken, lâyık gördüğün insanlara yardım yaptım diye gerine gerine geziyorsun! Dön bak özüne bir çiğnem et iken tasladığın büyüklük Rabbine mi, yarattığına mı? Aman dairemde oturmasın, çocuğu çocuğumla oynamasın, aynı okulda okumasın, komşum olmasın, gözüm görmesin, aman aman aman… Şu koca kâinata o gövdeni sığdıramadın da kabre nasıl sığacaksın? Emanete bile emin olamadın! Ama hâlâ ben haklıyım derdindesin. Sahi hangi gün dert edindin kardeşini? Lafta Ensar’sın ama bir gün olsun Muhacir olarak gördün mü çaresizce yanına geleni? Hiç başlarını okşayıp birlikte ağladın mı? Omzunu verdin mi? Ben senin yanındayım dedin mi? Acısını yüreğinde hissettin mi? Hâlini halin bildin mi? Hiçbirini yapmadan yine de ‘’olsun gitsinler’’ öyle mi? Sende gideceksin bu cihandan. Sana da kalmayacak bu dünya. Âh sana, vâh bize. Şimdi sence kaybeden sen misin, onlar mı?