GELENEKLERDE MANTIK

Geleneklerimiz bize ait, bizim hissedişimiz, bizim hayatımız. Bazı gelenekler vardır ki terkedilemez. O gelenek sevilmese, güzel bulunmasa, faydalı olmasa da gelenektir. Toplumun kabulleridir. Yazılı olmayan yasalardır.
Aile yapımızda, bazı yazılı olmayan kurallar vardır. Bu kurallar şehirden şehire, bölgeden bölgeye değişse, yöresel özellikler gösterse de, ailenin iç düzenini, mahallenin ilişkilerini düzenleyen esaslardır. Onların çoğu biziz. Bizi biz yapan özelliklerimizdir.
Gelin hanım gelin gittiği evde niçin sesini saklar düşündük mü? Bebesini veya çocuğunu kayınpederinin ya da babasının yanında gelin veya oğul niçin kucağına alamaz, öpüp sevemez? Ağlasa, düşse, bayılsa, izinsiz kucağına alamaz. Niçin? Bunları çoğaltmak mümkün. Ancak bu örneklerde olduğu gibi her gelenekte de mantık aramak yanlış olur. Sebep aramak beyhudedir.
Bu geleneklerin temelinde, aile, toplum düzenini koruma amacının güdüldüğünü, en azından kültürel farklılığı ortaya koymak düşüncesini barındırdığını söylemek abartı olmaz. Herkes haddini bilmeli, baba, oğul, ana, kaynana, kaynata, gelin görümce yerini, haddini bilmeli. Adımlarını ona göre atmalı. Gelirken öyle gelmeli. Aslında toplum da bir uzlaşı, bir vazife paylaşımının oluşturduğu bütün değil mi? Fırıncı ürettiği ekmeklerin hepsini kendi yemiyor diğer insanların ekmek ihtiyacını karşılıyor. Domates eken, ayakkabı diken, fidan yetiştiren, kendisi için değil başkaları için yaparlar bu işleri. Başkaları da onun için yaparlar üretimini. Bu denge bir arada yaşamanın gereğidir.
Onun için hodgam(kendini düşünen)lık hoş görülmemiş, diğergam(başkalarını düşünen)insanlar övülmüştür? Herkes bir yönüyle (az veya çok ) başkaları için yaşıyor, çalışıyor. İnsani değerlerin başında da, diğer insanı sevmek geliyor. Peki sevmek sözle ifade etmek midir? Yoksa bakış mıdır? Nazar mıdır, duruş mudur, tavır mıdır? Nefret de mi öyle? Birine nefretinizi söylemek dille mi olmalı? Gözlerinizle söylemez misiniz, ellerinizle, başınızla, duruşunuz, dönüşünüzle söylemez misiniz nefretinizi çoğu zaman?
Beraber yaşamanın bir uzlaşı olduğunu, bir diğergamlık olduğunu ifade ettik. Hayatın içinden enstantanelere baktığımız zaman bireysel yaşantıya, beraber yaşantının tercih edildiği en küçük topluluğun aile olduğunu görürüz. Oradaki uzlaşı bir görev dağılımının ötesinde, bir sevgi, saygı pınarının suyunun bardak bardak kana kana içilmesidir. Ama o suyu içmenin öncelikleri vardır. “Su küçüğün, sofra büyüğün” derken, içme yeme önceliği mi yoksa suyu verme sofrayı kurma görevi midir? Bu yaşanılan hayatın içinde kaybolan bir değer mi, bir söz mü? Amacından saptırılmış bir atasözü mü? Küçüklerin saygısızlığını, büyüklerin acizliğini örtmek için zorlama bir yorum mu?
Ses saklamak, bebeği kucağına alamamak, çocuğu sevmemek, ona kızamamak bir hakimiyet duruşunu(beybaba hakimiyeti) ortaya koymak olmasın? Çocukla meşgul olurken,esas işlerini ihmal etmemesi için bir uyarı mı? Saygının zorla testi mi ?”Sende bir gün beybaba, sen de bir gün kaynana olacaksın.” Diyerek herkese mevcut statükonun korunması gerektiğini mi hatırlatıyor? Eğer bu durumu kabullenmez, otoriteye başkaldırırsan, gelecekte sen de otoriteni kaybedersin mi deniyor?
Soruların cevabı içindedir. Ancak bir noktayı bilmek gerekiyor. Geleneklerine bağlı yaşayan toplumların, ailelerin birbirlerine daha fazla bağlı ve daha sağlam ilişkilere sahip oldukları görülüyor, biliniyor. O, mantıksız, anlamsız bulunan geleneklerin toplum ve aile bireylerini birbirine nasıl bağladığının analizinin yapılaması yerinde olur. Eğer şu anda “saygısızlıktan, sevgisizlikten, soğuk ilişkilerden” şikayet varsa, aile için geleneklerin yıkılmasının bunda etkisi çok büyüktür. Çünkü herkes bilir ki aile toplumu oluşturan en küçük birimdir.
Oturuşta, yatışta, konuşuşta, yemede içmede “ özgürlük” adına verilen gelenek tavizleri, toplum ve aile için konumları, yerleri de tartışmalı hale getirmektedir. Sonra şikayetler… Dün konumundan şikayetçi olan gelinler, kızlar, oğlanlar, gençler bugün ana, kaynana, kaynata olduklarında “şimdiki gençler de…”diye başlayan şikayetlerini hiç bitirmiyorlar.
Zamana karşı direnmenin zorluğunu yaşayan aile içi geleneklerin yok edilişi, başta değerlerin yok edilişidir.“Yıkmak kolay, yapmak zor.” Yeniçeri ocağını yıkarak bize ait bir ordu, bir gelenek yok edildi, ama yerine konan ne oldu, hangi sonuçlara sebep oldu düşünmemiz lazım. Ancak ıslah etmenin sıkıntısını göze alamayanlar yıkmanın kolaylığına başvuruveriyorlar.
Gelenekleri yıkmak pek kolay olmuyor. Ama yıkılınca yerine koyacak hiçbir şey de bulunmuyor. O zaman toplumu, aile bireylerini birbirine neyle yapıştıracaksınız? Geleneklerden şikayet edenler varsa onları yıkmak yerine ıslah etmek mecrasını değiştirmek daha iyi olur diyorum. Şu anda bireyselleşmenin yanlışlıklarını gören yıkılan ve kaybolan değerlerden şikayetçi olan bizlerin bir zamanlar geleneklere “ Olur mu öyle şey… Saçma sapan işler… Bırak o eski kafalılığı…” gibi sert ifadelerle yaklaşmadık mı, geleneklerle mücadele etmedik mi? Bunun adı yenileşmek değil yıkmaktır, yerine ne koyacağını bilmeden yıkmaktır.
Biz “sözlü kültürün” insanlarının “yazılı kültüre” geçirmeden sözlü kültürünü yıkarsak hiç kültürü olmayan bir topluluk yaparız. Sanki öyle olduk gibi geliyor bana.
Her çeşit değerimizi kabuktan değil, derinlemesine, özüne inerek değerlendirmek, sebeplerini incelemek, yok olunca sonucun ne olacağını hesaplayarak hareket etmeliyiz
**
GÜL YAPRAĞI VE SÜT
“ Velinin biri Bağdat’ta bir dergâha misafir olmak ister. Ancak dergahta onu misafir edecek yer yoktur. Dergâhın piri süt dolu bir bardağı hem ikram olsun hem de misafir edecek yerlerinin kalmadığını ifade için veliye gönderir. O da bunun ne anlama geldiğini anlayarak, bahçedeki güllerden bir gül yaprağı kopararak süt dolu bardağın üstüne kor ve sütü geri gönderir. Onun bu yüksek ferasetine hayran kalan dergahın piri veliyi dergahında misafir eder. Çünkü sütü taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır.”
“Gül’e damlar
Gül suyu, güle damlar
Kendi gül, meclisi gül
Oturmuş, gül adamlar.”