FİTNE VE KAOS

Kaybedecek bir şeyleri olan birey ve toplumları bekleyen en büyük tehlikelerin başında fitne ve kaos gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de: “Aranızdan yalnızca zalimlere dokunmakla kalmayacak olan fitneden sakının ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu da bilin.” (Enfal: 25) buyrulmakta. Bu ayetin ışığında sahih hadis kitaplarında zikredilen çeşitli hadislerde de fitneden sakınılması ifade ediliyor: “En büyük fitne ümmetin birliğini bozan ve İslam toplumunun sosyal hayatını ihlal eden isyan hareketleridir. İkincisi ise İslam devletinin müdafaasından kaçmak, bütün milletin gözü önünde küfür ve dinden irtidat etmek, zalim yöneticilere hayır ve doğru olan şeyleri öğretmeyip, onlara dalkavukluk yapmak veya yağ çekmek gibi kötü şeyler gelir ki bunlar da bir ümmetin bütün fertlerinin maruz kalmalarına sebep olan fitne ve belalar cümlesindendir.” (Tecrid-i Sarih tercümesi, 12. cilt, s. 291)
Toplumların tarihinde hemen her zaman çeşitli fitneler ortaya çıkmıştır. İslam tarihinde ilk fitne olayı olarak Hz. Osman’ın şehadeti gösterilir. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehadeti de büyük fitne olmakla beraber bunun ilk olmadığı da ortadadır. Ancak Cemel ve Sıffin vakaları da sonuçları itibariyle birer fitnedir, kaostur. Çünkü her fitnenin zuhurunun ardından toplumları bekleyen en büyük tehlike kaos olmuştur. Fitne kavramının tarih boyunca müslümanların ruh dünyalarında ürkütücü, edilgen, adam sende gibi tesirler bıraktığı bilinmektedir. Fitne ve kaos ortamlarında genelde iki taraf olur. Bunlardan birincisi fitneyi çıkaran veya çıkartanlardır, ikincisi de fitneye muhatap olanlardır. Özellikle İslam tarihinde meydana gelen fitne olayları Müslümanları bekli de kıyamete kadar takip edecek olan korku, kuşku, sorumluluktan uzak durma gibi hallere sevketmiştir. Bugün bile ehl-i sünnete atfedilen: “Fitneye sebebiyet vermemek için fasık imama itaatin caiz olduğu” fikri yaygın ve kabul gören bir görüştür. Oysa fasık imam tabiriyle yer yer büyük günahlara bulaşmış ve bunu devam ettiren ve yine yer yer de kendisinde küfür alametleri görülen imam-yönetici akla gelir. Bu yaklaşım biçiminden anlaşılan odur ki fitnenin vereceği büyük zararı önlemek için kerhen de olsa fasık bir imama salih bir imam gelinceye kadar itaat etmektir.
Ehl-i Sünnet her ne kadar böyle dese de fitnenin ve fasık imamların ortaya koydukları sadece yaşandığı zaman diliminin insanlarını ve onların zihinlerini dumura uğratmıyor. Fitne adına atılan her adım toplumları sonuna kadar takip ediyor. Bugün İslam dünyasının parça parça olması, birbirlerini İslam’ın temel referansları olan Kur’an ve Hz. Peygamberin sahih sünneti, hadisleri doğrultusunda tanımaları, tanıtmaları gerekirken, bunun yerine daha çok mezhep ve meşrep eksenli ve daha çok tarihteki birtaktım olayları ele alarak birbirlerin itham etmeleri ya da fırka fırka olmaları yine Kur’an ifadesiyle: “Bir de sakının o, dinlerini bölük pörçük eden, kendileri paramparça olmuş ve her biri de kendi ellerindekiyle övünüp duran kimseler olmayın.” (Rum: 32) buyrulmakta.
Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilmesinin yankıları halen günümüzde dün olmuş gibi anılıyor. Ve öyle bir tesir icra etmiş ki bu olay birbuçuk milyar nüfusu olan İslam dünyası neredeyse kesin hatlarla birbirinden kopmuş, bir tarafta ehl-i sünnet, diğer tarafta şia diye iki önemli Müslüman toplum oluşmuş. Bu guruplar tevili tefsiri bir yana bırakarak Allah rızası için günümüz ve gelecek kuşaklar için vahdeti nasıl Kur’an ve sahih sünnet ışığında ihya ederiz kaygısı neredeyse taşımıyorlar. Taraflar birbirlerini itham etmeyi “tevhid akidesinde vahdet” ten daha önemli görüyorlar sanki. Oysa Kur’an’ı Kerim’de hem müslümanların ayrışmaları kınanıyor, hem de Müslümanların sadece yaşadıkları coğrafyaların değil tüm yeryüzünün fitneden arındırılması gayretinde olmaları gerekiyor. “Fitne kalmayıncaya ve din tamamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki Allah ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal: 39)
Bugün yeryüzünde İslam’ın emrettiği ilkeler doğrultusunda Müslümanları yöneten yönetimlerin varlığından söz edemeyiz. Burada Şia dünyasından İran, Sünni dünyadan da Suudi Arabistan yok mu denebilir. Ancak her ikisinin de İslam’ın değişmezlerine bağlı kalarak değişebilirler doğrultusunda yönetiminden sorumlu oldukları insanların müşkillerine çareler ürettiğini ifade ve iddia edemeyiz. Sonuç itibariyle İran mezhebî anlayış ve kabulünü ön planda tutuyor. Keza Suudi Arabistan da İslam’ın Sünni yorumunun bir görüşüyle hareket ediyor. Bunların dışındaki İslam dünyasında ise bu mezhebi yaklaşımlar da yok. Yönetim bazısında daha çok dikta rejimleriyle hüküm sürmekte. Bu dikta rejimleri bir kısım ülkelerde kişi –aile- hükümdarlığı olarak görülürken; Ürdün, Sudan, Körfez Emirlikleri, Kuzey Afrika ülkeleri bunlardandır. Diğer bir kısım İslam coğrafyasında ise beşeri sistemler adına bürokratik ya da devlet iktidarı/iktidarları olarak ortaya çıkıyor. Türkiye, Endonezya, Mısır gibi ülkelerde parlamenter sistemler oluşturuluyor, temsili demokrasi uygulamaları ile halkın iradesi sözde egemen hale geliyor/ getiriliyor!
Aslına bakarsanız bir kısım İslam coğrafyasında ki; bunların başında Türkiye gelmekte “demokrasi” bir dünya görüşü olarak tatbike çalışılıyor. Oysa gerek Türkiye ve gerekse benzeri diğer ülkelerde aslında “halkın egemenliği” diye bir şeyden bahsetmek mümkün değil. Mesela Türkiye’de Cumhuriyet dönemi itibariyle önce “tek adam” diktası ardından da “ bürokratik dikta” öne çıkmıştır. Cumhuriyeti kuran irade olarak tanımlanan Mustafa Kemal ve arkadaşları yönetimlerinde hiç de halkın ne istediği, nasıl yönetilmeyi arzuladığını sormamışlardır. Hem öyleki Cumhuriyet; bir toplumun belirlenmiş olan ve toplum tarafından kabul edilen bir dünya görüşünün toplumun katımı ile tatbik edilmesinin adı iken, Cumhuriyeti kuran irade, tatbikine çalıştığı rejimi-dünya görüşünü ne topluma sormuş ne de onların katımı ile ülkeyi yönetmişlerdir. Teorik olarak “Cumhuriyet” var ama bu kavramın içini dolduran “cumhur” yok!
Bırakın cumhurun yönetime iştirakini onun bu topraklarda uzun asırlar boyu inandığı yaşadığı din, dine dayalı adet ve geleneklerinin dikkate alınmadığı bir vakıadır. Asırlar boyu “evet” demiş bir milletin dininden, dini gelenek ve göreneklerinden uzak tutarak bir bakıma korku ve kaos ortamı oluşturularak adeta onlara laiklik değil seküler bir yaşam felsefesini dayatmışlardır. Nitekim 10 Temmuz 1923’de Ankara tren istasyonunda Kazım Karabekir Paşa ile Mustafa Kemal Paşa görüşürlerken Mustafa Kemal Paşanın Karabekir’e hitaben: “Din ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkümdurlar! Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz!” der. Yine: “Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din sözcüğünün tam karşılığı ulusalcılıktır.” (Kemalist Laikliğin Temelleri, Muzaffer Taşyürek, s:211-74)
Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü gibi Türkiye’deki rejimin halk diye, halkın inanç ve değerleri diye bir sorunu yok. Yaptıkları yapmaya çalıştıkları devleti, rejimi (ama öncelikle rejimi) halkın inanç ve değer yargılarına karşı korumaktır. Yani devlet, halkın şerrinden (!) korunması gereken bir mazlum! Gerek 1923-1950 arası ve gerekse 1950 sonrasında halk yani cumhur ve değerleri tehdit olarak algılanmış, tek parti döneminde partili olan bürokratlar ve yerel yönetimler dikta anlayışıyla devleti, rejimi halk karşısında özenle korumuşlardır.
1950 sonrasında ise kısmen de olsa halkın, tek parti döneminde eğitilerek her ne kadar seküler hale gelmese de laikleştiği anlayışı ile halka seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Ancak tek parti zihniyet ve diktasının yetiştirdiği sivil ve askeri bürokrasi halkın yeterince istedikleri kıvama gelmediğini düşünerek ordu yargı ittifakı ile 27 Mayıs 1960 ihtilalini, ardından 12 Mart 1971 muhtırasını, yetmedi 12 Eylül 1980 ihtilalini ve sonrasında da 28 Şubat 1997 ile 27 Nisan 2007 muhtıralarını vermişlerdir. Dikkat edilirse yaşadığımız ülkede halk aslında kaos üreten bir konumda değil, halk, mevcut rejimin kendisine vaat ettiği bir kısım özgürlükler, eşitlikler, hukukun üstünlüğü gibi beklentilerinin hayata geçirilmesini istiyor. Gariptir ki bu isteklere cevap vermek isteyen iyi niyetli yöneticiler, siyasetçiler, aydınlar sistem tarafından fitne imalatçısı ve kaos üretim merkezi gibi algılanıyor. Bu algılama doğrultusunda da sürekli devleti elinde tutan bürokratik iktidar odakları halkın seçtiklerinin halkın isteklerine cevap vermemelerini istiyorlar. Şu anda Türkiye’de yaşanan olay da budur. Bu olayın mağdurları Ergenekon ya da balyoz sanıkları değil, otoriter devlet geleneğine sahip olan ve bunun yaşamasını isteyen bürokrasi hiç değil; çağdaş, katılımcı demokrasinin ortaya koyduklarını talep eden halktır mağdur olan. Her ne kadar çatışmanın kutupları olarak siyasi iktidar ve otoriter devlet zihniyetinin temsilcileri olarak görünüyorsa da; aslında taraflar devlet otoritesini elinden bırakmak istemeyen jakoben laikler, Kemalistler, seküler anlayışla ülkeyi yönetmek isteyenlerle, çağdaş normlarla yönetilmek isteyen halk yığınlarıdır.
Bu ülke ve benzeri ülkelerde birey ve toplumlara musallat olan fitne ve kaos toplumların iradesinin otoriter güç odaklarına üstün gelmesiyle ya zayıflayacak ya da bitecektir. Bunun için de birey ve toplumlara önemli görevler düşmektedir. Bunun da başında toplum bireylerinin kendilerini “özne” olarak kabul etmeleri ve dikta heveslisi olanları ve uygulamalarını da “nesne” olarak görmeleri gerekmektedir.
Eğer Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in başına gelenlere seyirci kalınmasaydı bugün İslam dünyası belki de daha çok İslami duruş ve yaşayışa kavuşabilirdi. Keza yarın için gelecek kuşaklar için fitne ve kaostan arınmış bir dünya bırakmak istiyorsak birey ve toplum olarak fitneye, kaosa, anarşi ve teröre kimden gelirse gelsin, kime isabet ederse etsin dur demeliyiz…