Fıkıhtan Faşizme(İstanbul, Ekin Yayınları)

Fıkıhtan Faşizme(İstanbul, Ekin Yayınları)

Yeni Kutsal

Her devlette belli zamanlarda hukuki, siyasi, ekonomik ve askeri değişimler olmuştur. Osmanlı da bu değişimlerden nasibini alan devletlerdendir. Klasik dönemde daha yüzeysel, kısa vadeli değişimler yaşayan Osmanlı, 18. ve bilhassa 19. yüzyıllarda çok daha sistemsel ve derin etkileri haiz hatta etkisi ardından gelecek olan yeni bir devleti dahi şekillendirecek değişimler yaşamıştır. Klasik dönemde bu değişimler umumen askeriye ile ilgili olsa da bu çember gün geçtikçe genişlemiştir. Bu çemberin zamanla içine aldığı diğer bir alansa hukuki yapıdır. Belki de askeriye veya eğitim kadar zahir bir görüntüsü olmadığı için değişimlerin büyüklüğü fark edilmiyor. Oysaki iyice bakıldığı zaman nasıl çaplı bir değişimin etkisi altında olduğu fark edilecektir. Yazarımız bazı noktalarda Oryantalist bakış açısından kurtulamasa da yapmış olduğu bu çalışma Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında suça bakış açısını çok iyi incelemektedir.

19. yüzyıla gelindiğinde artık karşımıza çok farklı bir dünya tablosu ortaya çıkmaya başlamış ve dünyanın her tarafını değişim, reform hareketleri kaplamıştır. Yazarın kendi ifadesiyle eserinin mihenk taşını oluşturan düşünce şudur. “Osmanlı Devleti 19. yüzyılda ne kadar dış baskılara maruz kalsa da ( Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı) yapılan değişiklikler anlatıla geldiği gibi alelade bir değişim hareketi değil aksine arkasında bir bilinç olan bir harekettir.”    Osmanlı Devleti bu değişim rüzgârını bir nebze fırsata çevirerek üstten inmeci bir politika ile kendi istediği vatandaş profilini oluşturma gayreti içerisine girmiştir. Girişte ifade ettiğimiz gibi bu rüzgâr, yeni kurulan ve radikal bir ulus devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda dahi etkili olmuştur. Şu da gözden kaçırılmamalıdır ki yeni kurulan devletin bu politikası kesinlikle Osmanlı Devleti’nden daha sert bir şekilde olmuş ve sosyal, siyasi her alanı denetim altına alacak ve kendi istediği profil haricindekilere nefes aldırtmayacak bir faşizanlık ile bir devrim hareketine dönüşmüştür. Harf inkılabı bu doğrultuda gerçekleştirilmiş hatta yeni kurulan başkentin dizaynı dahi bu anlayışla inşa edilmiştir.

Kitabın en temel vurgularından biri de “mağdur” kavramının Tanzimat sonrasında değişime uğrayarak yeni reformlara ve yeni ceza kanununa uyacak şekilde düzenlenmesidir. Klasik dönem fıkıh vurgusunda ki mağdur kavramı Tanrı ve topluma mukabil gelirken Tanzimat sonrası yaşanan değişmelerle beraber bu kavram yerini devlete bıraktı. Yani artık korunması gereken haklar Tanrı ve kamunun hakları değil bilakis devletin hakları olmuştur. Bu durum aynı şekilde suçun tanımını da etkilemiştir. Klasik dönemde suçu Tanrı/Şeriat tanımlarken yeni dönemde tanımlamanın ölçüsü devlet olmuştur. Hatta suçun son kategorisi olan katl/cinayet davalarında maktulün ailesi katili affetse dahi devlet olaya müdahale edip katili cezalandırabilir hale gelmiştir. Yani Şeriat devletin ihtiyaçlarına uygun düştüğü müddetçe kendisine yönelinen bir mecra haline gelmiştir. Hiç şüphesiz bu reformlar ileride kurulacak laik bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ne zemin hazırlamıştır.

Yeni dönemle ceza kanunun kaynağı bazı noktalarda tanrıdan devlete geçmiş olsa da Tanzimatçılar tamamen şeriata sırtlarını dönmüş de değillerdi. Ortaya koydukları yeni kanunlara halk nazarında kendi otoritelerinden daha güçlü bir hami gerekiyordu. Ve bu konuda İslami hukuk kurallarına geri dönüş yaptılar. Öyle ki Tanzimat reformlarına karşı işlenen suçlar yeni nizama göre değil İslam hukukuna göre cezalandırılıyordu. Bu da doğal olarak yapılan işlemlere, verilen kararlara eleştiri yolunu daraltıyordu.  Bazı noktalarda ise yeni nizami kanunlar ile İslam hukukunun birlikteliği teşvik ediliyordu. İlerleyen süreçlerde ise medrese sisteminden kendisine uygun profilde memur çıkmayacağını bilen devlet, eğitimi de tekelleştirmek adına Mekteb-i Nüvvâb ve Medresetü’l Kuzâtı kurdu. Yeni otorite birçok alanda ne kadar pozitivist odaklı çalışsa da neredeyse yüzyılın sonuna kadar bu ikililik devam etmiştir.

1859 da yürürlüğe giren 1810 tarihli Napolyon Ceza Hukuku ise siyasi suçların ve devletin gün geçtikçe hukuk alanında kapladığı yerin ön plana çıktığını gösteriyor. Ne kadar Osmanlı, kanunun tamamını almak yerine bir kısmını alıp bir kısmını bırakmayı tercih ettiyse de devletin kutsallığı bağlamında özendiği Fransa’yı geride bırakmıştır. Napolyon’un kanunundaki maddelerin %36’sı siyasi suçlarla ilgili iken aynı kanun Osmanlı’ya uyarlandığında bu oran %42’lere ulaşmıştır. Aynı şekilde bireysel suçlara ayrılan yerin de Osmanlı’ya geçişinde %7’lik bir azalma yaşandığını görüyoruz. Bu da gösteriyor ki devlet artık halkını korumak yerine kendini korumayı esas hale getirmiştir. Bu durum akıllara yazarın da sorduğu şu soruyu getiriyor “Hukukun koruması gereken birey midir yoksa devlet mi ?”

Yazarın dillendirdiği muammalardan birisi de Jön Türklerin iktidara gelmesi ile ‘ne kadar yeni mahkemeler kurulsa da’ kadı atamalarının hep bu yeni mahkemelere hiç hız kesmeden devam edip kadıların da bu sistemde yerini almış oldukları, aslında kadıların bir şey kaybetmediklerine dair sarf ettiği cümlelerdir. Oysa yazarımız Jön Türklerin bu atamaları eleştirileri susturmak için yapmış olma ihtimalini göz ardı etmiş gözüküyor. Velev ki bizim zannettiğimiz gibi olmasın bu atamalara canı gönülden razı olan kadıların gerçekten de kadılık namına neleri kaldığı tartışılır bir bahistir. Aynı yorumları idam edilen, hapse atılan, sürgüne uğrayan yüzlerce binlerce âlimi göz ardı ederek Cumhuriyet Türkiye’si içinde yapıyor. Oysa bu ülkenin Müslümanlarının derdi sistem içerisinde olmaktan ziyade sistemin kendi sistemleri olmasıydı.

Tüm bu aşamalardan sonra yeni kurulan ulus devletin yeni kadroları kendi hocalarının, idollerinin yapamadıklarını yapmış, tüm muhalefeti baskı altına almayı başararak ve faşist İtalyan kanununu kabul ederek bu işin zirvesine ulaşmıştır. Yıllar geçmesine rağmen bu ülke kendisinin olmayan kanunların verdiği ıstırabı çekmeye devam ede gelmiştir. Bu süreçte Türkiye ne özendiği Avrupalı olabilmiş ne de köklerinde var olan Doğu’ya rücu edebilmiştir. İkisinin arasında debelenip durmaya devam etmiştir. Vaziyet onu gösteriyor ki diniyle kültürüyle kendisine uygun bir sistem tarzı geliştirmedikçe de bu kaos hali devam edecektir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.