Fenomen Çoban

Selamün Aleyküm arkadaşlar! Ben deniz, çoban Ahmet. Kanalıma hoş geldiniz. Bugünkü videomuzda koyun gütmenin püf noktalarından bahsedeceğiz. Bu ve benzeri videoları izlemek için kanalıma abone olmayı unutmayın. İyi seyirler diliyorum.
Yeni bir video çekimine başlayan Ahmet her zamanki gibi koyunlardan bahsetti. Kara çaydanlığında çayını demledi. Seyircilerine köyüne gelirlerse onlara da kara çaydanlıktan çay ikram edeceğini söyledi. Bozkırın düzlüklerinde yaşamın zorluklarına işaret etti. Videolarında köylerdeki hayal kırıklıklarından söz ediyor; en çokta çobanlara kız verilmediğinden yakınıyordu. Ama yine de ümit vardı. Çünkü her geçen gün takipçisi artıyor, videoları binlerce kez izleniyor, çok takdir edici yorumlar alıyordu. Bir gün köydeki kızlarda onun videolarını görecek, elbet hayırlı iş için çaldıkları bir kapıdan boş dönmeyeceklerdi. Ahmet bizzat ağabeyinden tecrübeliydi.
Ahmet’in ağabeyi Yaşar sırf evlenemediği için köyü terk etmiş, şehre taşınmış. Asgari ücretli bir iş bulmuş. İşçi sınıfından birinin kızıyla izdivaç eylemişti. Tabi şehir yerinde geçim zordu. Yaşar maaşının yarısını ev kirasına veriyordu. Faturalar, yakıt, mutfak masrafı derken ay sonunu zor ediyorlar; elde avuçta bir şey kalmıyordu. Yaşar köyünü özlüyordu. Bolluk içinde yaşadığı o güzel günleri. Keçilerini, koyunlarını, ineklerini, kırlarda kuzu otlatmayı. Yeni doğurmuş hayvanların sütünden yapılan ağızı. Hele bir de pekmez de olursa yanında değme keyfe. Koyun yoğurdunu çok severdi. Yayık ayranı vazgeçilmeziydi. Kara kovan balı onun için dünyada en değerli metaa olmuş. Çünkü marketten maaşının yaklaşık yirmide birine kıyarak aldığı çiçek balı umduğundan çok daha kötü çıkmıştı. Bütün bunlar bir kenara baba ocağını özlüyor; anasının kokusu burnunda tütüyordu. Yaşar’ın hikâyesine ilerde tekrar yer vereceğiz.
Gel zaman git zaman beklenmedik şeyler olur, bazen talih beklenmeyen yerde insanın yüzüne güler ya hani. Bizim çoban Ahmet’te meşhurlar kervanına katılmış, fenomen olmuştu. Takipçileri yüz bini aşmış videoları iki yüz binden fazla izlenmeye başlanmıştı. Tabi videolarını paylaştığı site çoban Ahmet’in videolarına reklam koyuyor; hem site para kazanıyor, hem de Ahmet’e kazandırıyordu. Ama bu işte ters giden bir şeyler vardı. Ahmet sosyal medyada o kadar popüler olmasına rağmen köyde beklediği karşılığı bulamamış. Yani sizin anlayacağınız köydeki kızlar Ahmet’e yeşil ışık yakmamışlardı.
Onların gözü şehirdeydi. Annelerinin, ninelerinin çektiği sıkıntıları çekmek istemiyorlardı. Okuyup memur olacaklar ya da şehirde yaşayan refah seviyesi yüksek amir, memur biriyle evlenecekler, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayacaklardı. Ahmet’te bazen onlara hak veriyordu. Sabah gün ışımadan kalkılacak soba yakılacak. Su ısıtılacak. Hayvanların yemlerini verip sağılacak. Tezekleri kürünüp el arabasıyla küllüğe götürülüp dökülecek. Tavukların yemleri verilecek. Kümesleri süpürülecek. Köpeklere top atılacak. Sonra eve gelip kahvaltı hazırlanacak. Bulaşık yıkanacak. Yemek telaşı başlayacak. Yaz ise tandırda, kış ise sobada mayalı ekmek yapılacak. Çobanın karnı doyurulacak. Çiftçinin azığı hazırlanacak. Bahçede avarlar su bekler, gübre bekler, çapalanma bekler. Bağda üzüm çubuklarını gözü açılıp, budanacak. Tekrar kapanacak. Çapalanacak, bellenecek, içinde ot bırakılmayacak. Elmalıktaki ağaçların altı çapalanacak. Budama zamanı budanacak. Budanmış dallar kışa odun olarak hazırlanmak için çeliklenecek. Vesaire… Bütün bunları düşününce köy kızlarının köyde kalmak istememeleri haklı bir durumdu. Ama bu köylerde kim yaşayacaktı. Köylerdeki üretimi kim yapacaktı. Et, süt, yoğurt, peynir, un, bulgur, pancar, mısır, fasulye, nohut, ay çekirdeği, kabak çekirdeği, bal, pekmez… Şehirdeki entelektüeller doğal beslenin organik beslenin derken; bütün bu ürünleri kim üretecekti. Yani köydeki delikanlıların evde kalması bir yana tarım ve hayvancılık sektöründe kadının yerinin doldurulması da zor bir durumdu. Gelişen sanayi ve teknolojiyle fabrikada üretilen ürünler, köydeki elleri öpülesi kadınların yaptığı yoğurdun kıvamını, peynirin mayasını, pekmezin toprağını, salçanın ekşimsi tadını bir türlü tutturamıyor; onların verdiği lezzeti yakalayamıyorlardı. Eskiler el lezzeti derler ya hani. İşte bu sanayilerdeki gıda üreten makinaların el lezzeti yoktu. İnsanlar genetiği değiştirilmiş ürünlere alıştırılmış, yapay gıdalar sıradan yiyecek gruplarından sayılmaya başlanmıştı.
Ahmet bu düşünceler içerisinde videolarını çekmeye devam ederken bir yandan da köyün eke çobanı Kara Murat’ın yayladaki damına ziyarete gidiyor, çobanlık anılarını dinliyor, Kara Murat’a yarenlik ediyordu. Kara Murat gençlerin telefonla, internetle çok meşgul olmalarını eleştiriyor; ‘dokunmalı telefonlar bulundu, yarenlik bozuldu’ diyordu. Ahmet onun bu sözüne hak veriyor ama gençlerin çağın getirdiği yenilikleri kullanmaları gerektiğini, kendisinin de aslında çobanlık videolarını çekme sebebinin bu olduğunu söylüyordu. Eke çoban;
– “Evlat çobanlık zor iş. Gözünü davardan ayırmayacaksın. Öyle kamerayla filan uğraşmayacaksın. Göz açıp kapayana kadar kurt davarı kırar da haberin olmaz. Biz dahi gençliğimizde çobanlık yaparken davarın yayıldığı yerin en karanlık tarafında dururduk. Çünkü kurt oradan gelir. Rüzgârlı günse rüzgârın estiği tarafın tersinden gelir. Çobanın uykusu yarım olur. Gece yatarken ya iki elinle dizini kavrayıp yatacaksın ya da bir elini başının altına dikerek uyuyacaksın. Çünkü iki durumda da uykuya daldığında irkilip uyanırsın. Böylelikle yarım yarım uyursun ki her an tetikte olasın. Hırlısı var, hırsızı var. Kurdu var, çakalı var. Dünya da böyle değil mi evlat.
Her an tetikte olmamız gerekmez mi? O elinizdeki telefonlarda tehlikeler yok mu? O internet dediğiniz zımbırtı yüzünden dünyada bin bir türlü hileler, desiseler, fırıldaklar dönmüyor mu? İnsanlar birbirini aldatmıyor mu? Eskiden iki yüzlü olan insanlar o sanal âlemde bin bir yüze bürünmüyor mu? Hasılı kelam evlat bizim zamanımızda uzun kış gecelerinde köy odalarında toplanılır, yarenlik edilirdi. Büyükler eskilerden bahseder tecrübelerini gençlere aktarırlardı. Şimdi eline telefonu alan bir kenara çekiliyor. Dünyadan uzaklaşıp farklı bir âleme dalıveriyorlar. Gün gelir bir musibet olur, insanlar bu beğenmedikleri köylere dönmek ister. Ufak bir bağ bahçe yeri için bi dünya para bayılırlar. Çünkü insan haz ve hız çağının enerjisini toprakta atmak ister. Özümüz topraktır evlat, özümüz toprak. Kusura kalma evlat kafanı ağrıttım. Yaşlıyız işte muhabbet edecek birini bulduk mu çenemiz düşüveriyor.”
– “Estağfirullah Murat emmi. Biz seni her daim can kulağıyla dinleriz, sen yeter ki anlat. Senin yarenliğin bize şeref verir. Ümmi gibi görünürsün amma ferasetli konuşursun.”
– “Eyvallah.”
Ahmet sanal âlemdeki olaylara bakıyor, kendi videolarına gelen yorumları inceliyor, Eke Çobanın anlattıklarıyla kıyaslıyor bir sonuca varamıyordu. İnsanlar çağın getirdiği teknolojiyi kullanarak birçok kolaylığa ermişti. Mesela eskiden gurbettekilerle ayda bir ancak mektuplaşırlarken, şimdi binlerce kilometre ötede ki hısım akrabayı taallukatlarını istedikleri zaman görüntülü ve sesli arayıp konuşabiliyorlardı. Bu aslında bulunmayan bir nimetti. Ama her gülün dikeni olduğu gibi bu imkânlarında kötü noktaları bulunmaktaydı.
Sonuç olarak Ahmet sosyal medyadan takip ettiği bir hocanın şu sözünü aklına getiriyor ve teselli oluyordu; internet bir ateştir, biz bu ateşten yanmadan ısınmak zorundayız.