Ensar Olabildik mi?

2014 Ocak. Bilirsiniz başını sokacak yuvası olmayanlara yaşamın acısını tattıran keskin soğuğu vardır Ankara’nın. Bir yere götürüyor babam, binalardan dumanlar yükseliyor. Üstümüzde kalınca kışlıklar, elimizde poşetler bir bodrum katına giriyoruz, içerisi dışardan soğuk. Renkleri, dilleri yabancı; gözlerindeki tedirginlik tanıdık üç kişi karşılıyor bizi, biri on yaşlarında tahminimce. “Derdimi anlatacak kadar” bildiğimiz dillerden bahsederiz hep. İçlerinden biri derdini, acısını anlatacak kadar biliyor Türkçeyi, aynı zamanda hal diliyle o kadar iyi hissettiriyor ki…
Küçük bir odaya alıyor bizi ısıtma yetisinin sonlarını kullanan bir soba, küçüğe hayat enerjisi vermeye yetmeyen aslan desenli bir halı, yardım ediyorum diyerek verilmiş kullanılamayan bir çekyat ve yaşadıklarını unutturmaya çalışırcasına oğluna sarılan bir anne. Gözlerindeki korkuyu yenebilmek için çantadaki oyuncakları gösteriyorum, insanlara olan güveni bitmiş olmalı ki yanıma yaklaşmadan sadece izliyor. Vakit giriyor, abdest almak için gittiğim lavaboda damarları donduran suyla karşılaşıyorum, içim yanıyor.
İki bayan, bir çocuk yabancı bir ülkede, yabancılarla yalnızlık çekiyor. Çünkü bazımız sadakayı ayakları kırılmış karyola zannediyoruz, bazımız girilemeyen kıyafetleri verdik diye yardımımızla gurur duyuyoruz ve ne yazık ki bazımız da evlerimizi üç misline kiralayıp başlarını sokacak bir yer verdik diyerek avunuyoruz. Gözümüz arkada ayrılıyoruz yanlarından. Gecenin, soğuğun, kilitsiz kapıların onlara ne anlattığını anladığımızı zannediyoruz. Acil arayışa geçiliyor ve içlerinden biri bile olsa ateşe su taşıyan karınca olalım niyetiyle güvenilir bir ev bulunuyor. Ailenin acılarını anlamak istiyoruz, anlatsınlar diye bekliyoruz ama kader onları Allah’a inanmaya götürmüş. Annenin dilinde Kur’an, elinde tesbih, asla yabancılık çekmeyeceği varlığın huzurundan ayrılmıyor. Gönül bağı, ortak vücut dili ve teknoloji yardımıyla öğreniyoruz ki Somali’nin iç savaşında eşini kaybedip, oğlunun kalp hastalığı için kaçan, kızını getirmeye gücü yetmeyen muhacir bir anneymiş karşımızdaki. Duası da öncelikle şükür sonrasında oğluna şifa, kızına kavuşma…
Kızının sözü geçtiği an tutamıyor kendini, bir yavrusu yaşasın diye vedalaşmış öbürüyle. Dost oluyoruz ama öylesine dost ki kendi dilimizden, kendimizden daha çok seviyoruz sanki birbirimizi. Çayın koyulaştırdığı muhabbetleri de yanımıza alıyoruz ki bağlar kuvvetlensin, acısı azalsın, gülüşümüze eşlik etsin. Yeniden acil arayışa geçiliyor kızı için ve Somali’de bulunup iletişime geçiliyor Türkiye’ye gelmesi için, geliyor da. Kavuşma ânını izleyenler gözyaşını tutamıyor, annem kızı gelmişçesine bense kardeşimi bulmuşçasına heyecanlanıyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki geldiğinde en çok dikkatini çeken sessizlikmiş, bomba ve silah sesleri duymadığına şaşırmış en çok ve en korktuğu da onlarca beyazın içinde tek kaldığı, kimseyi anlamadığı uçak yolculuğuymuş.
Artık aileydiler, beraberdiler ama hâlâ sıladaydılar. Hâlâ siyahî görünce yüzünü buruşturanımız vardı ki anne olan yüzünü kapatıp geziyordu, hâlâ mülteci olduklarını anlayınca “gidin ülkemizden” diye bağıran vardı ki çocuk toplum içine çıkmak istemiyordu, hâlâ dostluğun benzerliklerden doğduğuna inananlar vardı ki kız farklı olduğu için dertleşemiyordu. Günler geçti, dualar kabul oldu ve çocuğun tedavisi için başka bir ülkeden vatandaşlık aldılar, gittiler. Ayrılırken ne biz Somali’ce öğrenmiştik ne onlar Türkçe biliyordu, amma benim dokuz yaşındaki kardeşim bile ağlıyordu çünkü Somali'de büyüyen birinin ilk kar gördüğündeki sevinç, dualarındaki hüzün, sarılırken ki samimiyet, gözlerdeki dostluk kalmıştı bizlerde.
Şimdi onlar mülteci olmadıkları, güvenilir ve mutlu bir hayat yaşıyorlar. Bir rüzgârdı, esti bizim hayatımızdan ve biz aynı yerdeyiz. Halen birçoğu üşürken odalarda, korkarken karanlıkta aklımıza bir soru geliyor: Onlar muhacirdi de biz ensar olabildik mi?