Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk

Ehl-i Sünnet Kavramının Gelişimi Hakkında Tarihe Bir Yolculuk

Ehl-i Sünnet kavramı, Arapça üç kelimenin bir araya gelmesiyle oluşan bir isim tamlamasıdır. Bu üç kelime; “ehl”, “sünnet” ve “cemaat”tir. Özellikle “sünnet” ve “cemaat” kavramlarının karşılıkları oldukça önemli ve bir o kadar da geniş kapsamlıdır. Bu kavramın Ehl-i sünnet terkibinde kullanılışı ise Hz. Peygamber’in sünnetine ve O’na tabi olanların yoluna ait olma, O’nun ve yoluna tabi olanların düşüncesine sahip olan kişi ve gruba dâhil olma anlamına gelmektedir. Sünnet terimi, Hz. Peygamber aleyhisselam’ın söz, fiil ve takrirleri olarak O’nun örnek hayatının bütün ilkelerini ifade eden bir terimdir. Sünneti, mümkün mertebe tevil ve yoruma tabi tutmadan alan Selefiyye ve ehl-i hadis, ilk önce ehl-i sünnet olarak anılagelen bir akım olmuştur. Fakat daha sonra Matüridî ve Eşa’arî geleneğiyle birlikte artık yorum ve tevillerle sünnetin doğru anlaşılması için yapılan geniş çaplı fikrî ve fıkhî telakkilerin yayılmasıyla ehl-i sünnet kavramı, daha geniş bir sürece girmiş ve kapsamlı bir anlam kazanmıştır.

Dini bir terim olarak ve Ehl-i sünnet terkibinde kullanıldığında ise cemaat kavramı; özel olarak ashâbı ifade eden bir kelime, kurtuluşa eren fırkaya mensup ilim ve hidayet ehli, hak üzere bulunan topluluk, Peygamber’in sünneti etrafında toplanan büyük topluluk, bir mescitte namaz kılan kimseler gibi manalara gelmektedir. Tabiûn nesliyle birlikte kullanılmaya başlanan bu ifade, Ehl-i bid’at karşılığı kullanılagelmiştir. Buna göre; bid’at hatalarına düşmeyen kelam âlimleri, ehl-i hadis ve ehl-i rey ekolüne mensup fakihler, muhaddisler, dilciler, müfessirler, şer’i ölçülere bağlı mutasavvıflar, mücahitler ve bunlara tabi olan halklar ehl-i sünnet olarak tanımlanmışlardır. Ehl-i sünnet; nebiler ve resuller yolu, onları takip eden sahabe ve onlara tabi olan âlimler, müçtehitler, zahitler ve abidlerden müteşekkildir. Hz. Peygamber’in vefatından bir müddet sonra ümmetin kendi arasında yaşadığı bir takım sıkıntılarda, Müslümanları toparlamak, bütünleştirmek ve bir cemaat olarak kenetlemek için uğraşan Abdullah b. Ömer (v.74/693), İbrahim en-Nehaî (v.96/714), eş-Şabî (v.104/722), ve Hasan el-Basrî (v.110/728) gibi âlimler, siyasete mesafeli durmuşlar ve iktidarın İslam’a uygun görmedikleri uygulamalarını eleştirerek tavsiyelerde bulunmuşlar, bununla birlikte iktidara karşı silahlı mücadeleyi de tasvip etmemişler ve diğer meselelerde de makul ve birleştirici bir yaklaşım ve çaba içinde olmuşlardır. Bunlara Ehl-i sünnet’in öncü şahsiyetleri de denilebilir.

Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlilerinden birisi de Ebû Hanîfe’dir. Ebû Hanîfe kendi döneminde ortaya çıkan ve sonraları birer ekol haline gelen bid’at ehli karşısında çok tartışılan konularda ehl-i sünnet çizgisini net bir şekilde ortaya koymuş, ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın mana itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını savunmuş, büyük günah işleyenin mü’min olduğuna hükmederek ahirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet akidesinin en önemli meselelerine ışık tutmuştur. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, bid’at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine paralel olarak sünneti ön plana çıkarıp ta’til, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiştir. Bu süreçte Ehl-i sünnet-Ehl-i bid’at ve Ehl-i ehva ayrımı hicri II. asırda itikadi zümreleşme olarak netleşmiştir. Ancak sonraki dönemlerde Matüridî ve Eş’arî ile başlayan süreçte aynı ilkeler, daha kapsamlı ve ayrıntılı olarak ele alınmış, Selefin aksine akli deliller, istidlaller ve gerektiğinde teviller de yapılmıştır. Selefin dikkate almadığı bilgi problemi, tabiat felsefesi gibi konular ele alınmış ve işlenmiş, önceki dönemlerde müphem kalan konular açık hale getirilmeye çalışılmıştır.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramının oluşması dört asırlık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.

Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve sünnete uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla, diğer gruplara göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Çünkü dinde esas ve sabit olan, doğrululuğunda şüphe olmayan vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. Zira dinin sabiteleri, Müslüman toplumu bir arada tutan, karmaşayı önleyen temel ilkelerdir. Bu sabitelerin ortadan kaldırılması, dinin tüm söylemlerini, kendi dünya görüşünün etkinliğini yitirmesi anlamına gelecektir. Ortada din kalmayınca da ictihada, mahal olacak dinî bir alan da kalmayacaktır. Bu nedenle sabitelerin korunması esastır. İşte Ehl-i sünnet hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır.

Dünya Müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturduğu kabul edilen Ehl-i sünnet’in İslamî ilimlerin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslamî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimler tarafından kaleme alınmıştır. Ehl-i sünnet, bazılarının iddia ettiği gibi, bir meşruiyyet aracı olarak icat edilmemiştir. Bilakis sosyolojik bir zorunluluktan doğmuştur. Mevcut siyasal düzenin bekçisi olmamıştır. Ehl-i sünnet’in katı iktidar yanlısı, değişimlere kapalı ve adeta toplum mühendisliğini andırır şekilde lanse edilmesi asılsız ve abartılı ifadelerdir. (Mustafa Irmaklı, Abdülkâhir El-Bağdâdî’nin Ehl-i Sünnet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010)

Ehl-i Sünnet teriminin ilk dönemlerdeki kullanımlarından, bunun belli bir ekol anlamından çok, ahlâkî bir anlam taşıdığını anlamaktayız. Örneğin bu terimin en eski rivayetlerinden biri, Müslim’in naklettiği İbn Sîrîn’e ait “İsnaddan sormazlardı. Fitne ortaya çıkınca ‘(hadisleri işittiğiniz) kişilerin isimlerini zikredin’ denilmeye başlandı. Bu kişiler Ehl-i Sünnetten iseler hadisleri alınır; Ehl-i Bid’atten iseler alınmazdı.” (Müslim, Mukaddime, 13-15.) şeklindeki ifadedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki Ehl-i Sünnet ifadesi, daha sonraki dönemlerde kullanıldığı gibi, kendine has bir kimlik kazanmış belli bir grubun adı olarak değil; Kur’an ve sünnete uyan kimselerin oluşturduğu geniş halk kitlesine verilen bir sıfat olarak kullanılmaktaydı. Hasan el-Basrî’nin (ö. 110) şu sözü de önemlidir: “Ehl-i Sünnet geçmişte azınlık idi, gelecekte de azınlık duruma düşecektir. Ehl-i Sünnet’e mensup olanlar zevk ve sefaya düşenlerle ve bid’atçilerle beraber olmadılar. Rablerine kavuşuncaya dek sünnet üzere yaşamaya sabrettiler. İnşallah siz de onlar gibi olursunuz.” Bu ifadelerde Hasan el-Basrî, Ehl-i Sünnet’in, Rasûlullah aleyhisselam’ın sünnetine uymak, yaşamını ona göre düzenlemek, bid’at ve bid’atçilerden uzak durmak anlamına dikkat çekmektedir. Kısacası o bu ifadelerindeki Ehl-i Sünnet ile genel Müslüman kitleyi kastetmiştir.

Ehl-i sünnet kavramı, üçüncü yüzyıldan itibaren “vasat ümmet” olma manası gereği orta yolu tutan, toplumsal bütünlüğü tehdit eden hareketlere ve fikirlere karşı kuşatıcı, bütünleştirici, akıl, vicdan, gönül ve kalbin kabulde zorlanmayacağı en sağlıklı ve sahih yolun açan bir işlev üstlenmiştir. Dolayısı ile onun ifrat ve tefritten uzak olan bir rol üstlenmiş olması, daha çok dışlayıcı anlamlarla beslenen, ifrat ya da tefrite kayan fırka ve ekollerle aynı kategoriye sokulmamasını gerektirmektedir. Yani birçok fırkadan biri de ehl-i sünnet fırkasıdır şeklinde bir tanımlama doğru değildir. Dolayısıyla İslam dünyasını bölüklere ayıran fırkalar gibi bir fırka olarak da kabul edilemez. Bir başka açıdan Ehl-i Sünnet, Kur’an’ın ve onun getirdiği inanç sisteminin anlaşılmasına yönelik bir bakış açısı olduğu kadar; aynı zamanda sosyo-politik alanda ortaya çıkan olaylara karşı ortaya konulan entelektüel bir tavrı (cemâ’a) da ifade etmektedir. Fırka-ı nâciye (kurtuluşa erecek fırka), dinde kesin olarak sabit olan şeylere tutunan sahabenin ve Müslüman topluluğunun yolundan gidenlerdir. Geri kalanların hepsi dalâlettedir. Mezkûr hadislerde geçen 73 sayısı, Müslümanların sayısını 73’le sınırlandırmayı değil; fırkaların çokluğunu göstermektedir.

Bütün bu olanlara rağmen kuşatıcı ve sahih yolun kılavuzu olan ehl-i sünnet uleması, bid’at fırkaların ekseriyetini tekfirden kaçınmış; onları tevile müsait olduğu ölçüde İslam dairesi içerisinde saymış ancak bid’ate daldıklarını ve hak çizgiden sapmış olduklarını ilan etmişlerdir. Böylece ehl-i sünnetin billur akidesini işleyen ulema, bid’at fırkalarının kendilerine göstermedikleri insafı onlara göstermişlerdir. Ancak İslam’ın temel akide esaslarını doğrudan hedef alan ve dinin asıllarını bozmaya çalışan Batıniyye, Nusayriyye, Kadıyaniyye gibi gulat taifesinin İslam dışında olduğunu belirtmişler, dinin temel esaslarının yegâne belirleyici olacağını bu temel akideye muhalif tutumların müsamahayı hak etmediklerini söylemişlerdir. Ama diğer bid’at fırkalarının kendi çaplarındaki tevillere dayalı ve tevhid akidesini hedef almayan yanlışlarını reddetmekle birlikte onları tekfir de etmemişlerdir. Mesela Allame Kevserî, Mutezile’yi iki döneme ayırmıştır. Bunların ilkinde Mutezilî ulemanın yaptıklarını büyük bir takdirle karşılamış, onlar için övgü dolu sözler söylemiş ve onların İslam dinini Dehrîler’in, peygamberi inkâr edenlerin, Senevîyye’nin, Hıristiyanlar’ın, Yahudiler’in, Sâbiîler’in ve ilhadçı grupların zararlarından korumak gibi şerefli bir görevi üstlendiklerini belirtmiştir. Kevserî, Mutezile’nin ikinci dönemi için ise eleştirilerde bulunmuştur. Ona göre Mutezile mensupları, muhalifleriyle çok fazla münazara ettikleri için, onlardan kendilerini doğru yoldan saptıracak, ashâbın reddettiği bazı bid’at görüşler akıllarına sirayet etmiştir. Hattabî’nin de dediği gibi; daha sonraki dönemlerde Mutezile samimiyetini kaybetmiş ve birçok bid’atler ihdas etmiştir.

Kevserî kendi zamanına meseleyi getirerek; Müslüman olmuş gibi görünen ancak eski inançlarını asla terk etmeyen bazı eski din mensuplarının Müslümanlara ciddi zararlar verdikleri kanaatini belirtmiştir. O, bu durumu izah ederek tabloyu şöyle tasvir etmiştir: “Bazı Yahudi âlimler, Hıristiyan rahipler ve Mecusi din adamları Hulefâ-i Râşidîn döneminde İslam’a girdiklerini söylemişler ve kendi inançlarını kılıfına uydurarak ilim adına hiçbir şey bilmeyen cahil raviler ve basit köleler arasında yaymaya başlamışlardır. Bu raviler de gönül rahatlığıyla cahiliyye inançlarında bulunduğu için yadırgamadan içinde Allah adına teşbih ve tecsim bulunduğunu bile bile bu hurafeleri almış ve başkalarına rivayet etmişlerdir. Böylece teşbih inancı alınmış ve Müslüman toplulukların itikatlarına yavaşça işlemiştir. (Mehmet Zahit Ünver, Son Dönem Bir Osmanlı Âlimi M. Zâhid Kevserî’nin Ehl-i Sünnet Algısı ve Mezheplere Bakışı, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2011)

Bunun gibi günümüzde de aynı tavırların fazlasıyla icra edildiğini üzülerek belirtmemiz gerekiyor. Nitekim Osmanlının inkıraza yüz tuttuğu dönemlerde İngilizlerin 5 bin özel yetiştirilmiş âlim ve hoca kisvesinde adamlarını Osmanlı’nın her yerine gönderdiği, bunların yıllarca Müslüman kimliğinde hatta hoca, âlim vasfında görevli olarak uzun yıllar bu topraklarda fitne görevlerini ifa ettikleri artık tarihen aydınlığa çıkarılmış bir husustur. İslam dünyasının hazinelerini 800’lü yıllardan itibaren tercümelerle elde etmeye çalışan batı, bilhassa oryantalizm, modernizm gibi vesilelerle İslam dünyasında kafa karışıklığı, dinî asıllara karşı şüphe ve batıla karşı dirençleri kırma politikasını ısrarla sürdürmektedir.

Zannetmeyelim ki, batı’nın bu batıl ekolleri, canları sıkıldıkça bu işe girişmekte, bunu vakit geçirmek için yapmaktadır. Bilakis organizeli, planlı ve ciddi sermayeler bağlanan komple bir hareketle karşı karşıyayız. Onlar her fırsatı değerlendirmekten, İslam dünyası içerisinde işbirliği yapabilecekleri her meslekten karakteri ve şahsiyeti zayıf tarafgirler bulmaktan geri durmamaktadırlar. Fırsat yoksa suni fırsatlar oluşturmak için de her tür olaya imza atmaktan da çekinmeyeceklerdir. Onların asıl hedeflerinde, dinin temel esaslarına yönelik derinlikli ve yıkıcı faaliyetler vardır. Sünnetin sübutu ve teşri etkisine bu yüzden saldırılar artmıştır. Kur’an-ı Kerim’i doğrudan hedefe koyamadıkları için de onun içeriğiyle ilgili kuşku artırıcı, kendi bid’at ve batıllarına uyan yorumlar getirici fikirlere sarılmışlardır.

Bize düşen de tüm ağırlıklarıyla gelen bu batıl ordusuna karşı fikrî, ilmî cihad kılıcını kuşanmaktır. Ama düzenli gelen düşman ordusuna karşı dağınık ve keşmekeş bir vaziyette ortaya çıkmak hem sünnetullaha uygun düşmez hem de yenilgiye mazeret bulmaya imkân vermez. O halde güç yettiğince donanımlı, ilim, fikir ve hikmetle neşvünema bulan nesiller yetiştirmek en öncelikli farzlardan olsa gerektir.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.