Dilimizin Suçu Neydi ?

Dilimizin Suçu Neydi ?

Ben ev der, hâne derim; sen ise “KONUT” dersin.
Ben ortaya delil kor, sen ise “KANIT” dersin.
Bir suâl tevcih edip, cevabını beklerim,
Yayılıp yılışarak sen illâ “YANIT” dersin.

 

Dil; (lisân) insanların anlaşma gayesiyle kullandıkları hareket, söz, yazı veya sesli işaret sistemidir.
İnsanlar arasında sağlıklı bir etkileşimi sağlamak; doğru bir iletişim kurmakla, aynı duyguları paylaşıp, aynı dili konuşmakla mümkündür…
Bir milleti millet yapan en mühim iki unsurdan birisi DİN, diğeri ise DİL’dir. “Benim nezdimde iki şey mukaddestir: Din ve Dil.” diyen merhum Mehmet Akif de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Biz asırlarca İslâmın bayraktarlığını yapmış köklü bir milletiz… Bizi Biz yapan mukaddeslerimizin başında, elbette Dinimiz ve Dilimiz gelir.
Nurlu bir İslâm Medeniyetimiz var… Tatlı bir dilimiz var. Güzel bir Türkçemiz var…
Ne acı ki; mâruz kaldığımız dil katliâmının acılarını, sıkıntılarını cemiyet olarak birlikte çekiyoruz… Bu katliâm, kim adına kimler tarafından yapılmış olursa olsun çok vahim sonuçlar doğurmuştur…
Dün, o güzel inancın, o kutlu medeniyetin mensupları olarak, kuş dilini bile anlarken; bugün ne hazin ki, birbirimizin dilini bile anlamaz hâle geldik.
Babayla evlât, dedeyle torun, doktorla hasta, işverenle işçi, öğretmenle öğrenci, imamla cemaat aynı dili konuşamıyor…Meramını ifade edemiyor…Karşılıklı iki yabancı gibi…Nerdeyse birbirimizin dilini anlamak için bir tercümana ihtiyacımız var!..
Bir “şiir dili” olan Türkçemizi, çok kötü kullanıyoruz. Kendimizi geliştiremediğimiz için, kelime hazinemiz yetersiz kalıyor… Dolayısıyla kendimizi ifade edemiyoruz…Korkunç bir kavram kargaşası yaşıyoruz. Siyasetle politikayı, vatandaşlıkla kulluğu, suçla günahı hep birbirine karıştırıyoruz…Sinirlendiğimiz oluyor…Kavga ediyoruz…Muhataplarımızı dikkatle dinlemiyoruz…Saygısız davranıyoruz…Söz kesme kabalığında bulunuyoruz…Hoş olmayan bu davranışlar neyin sonucudur sizce?..
Dilimizdeki, dil ile ilgili deyimlere bir bakalım:
Dil kavgası, Dil belâsı, Dil bağı, Dil açıklığı, Dil avcısı, Dil bir ikrar bir, Dil çıkarmak, Dil dökmek, Dil ısırmak, Dil dalaşı, Dil ile tarif olunamamak, Dil ucuna gelmek, Dil sürçmesi, Dile düşmek, Dile kolay, Dilden dile dolaşmak, Dilden düşmemek, Dil yarası, Dil uzatmak, Dili döndüğü kadar, Dili damağı kurumak, Dilinin cezasını çekmek, Dilinde tüy bitmek… vs.
Dilimizdeki ne güzel deyimler bunlar…
Bol bol televizyon seyredip, günde birkaç magazin gazetesi okumakla kendini aydın zanneden taklitçi fukaraların kaç tanesi dille ilgili şu deyimleri anlama, anlatma, veya yeri geldiğinde kullanma zahmetine (!) katlanır!…
Dil sadece; “Nasılsın, nereye gidiyorsun, günaydın, iyi akşamlar, ne var ne yok” tan mı ibaret?..
Dil; ilmi, irfânı, şiiri, ruhu, hissi, duyguyu, düşünceyi, sanatı, edebiyatı, fikri anlatmalı değil midir?…
Ünlü Fransız yazar Albert Camus diyorki; “İnsanın gerçek yurdu, anadilidir. Ben anadilimin sınırlarında nöbet tutarım.”
Bizimde anadilimizin sınırlarındaki nöbetçilerin kılınçtan keskin kalemlerini kıran zihniyet; “Dil meselesini bir çıkmaza sapladık.” itirafında bulunsa da, sel köprüyü aldıktan sonra ne ifade eder…
Anadilimizin sınırlarında, fâsılasız şuur nöbetini devam ettiren birkaç şahsiyete kulak verelim:
Üstad Necip Fazıl:
“Bülbüllere emir var, lisân öğren vak vaktan,
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan.”
    
“Nedenin nedeninde nedenlik neden nedir? 
Dil değil bu, katliâm…Ötesi bahânedir.”  derken Neyzen Tevfik ise; Kanunun beddua ettiği; tatlı lisanımızı sokan eşek arılarına dikkat çekiyor.

“Kelime, bilgi, lûgat, işlerini düzdü, cünûn,
Kalmadı zerre kadar ma’rifetin aykırısı…
Beddûa eyliyeli tatlı lisana kanun;
 Soktu resmen dilini milletin eşek arısı…” Tabi, eşek arılarının soktuğu bir dille, ancak bu kadar konuşabilir insan…
Konfüçyüs’e sormuşlar : 
“Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Şöyle cevap vermiş: “Hiç kuşkusuz dili gözden geçirerek işe başlardım…”
Dinleyenlerin şaşkın bakışları arasında şöyle devam etmiş sözlerine:
“Dil kusurlu olursa kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içinde olan halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Tıpkı Büyük İskender’in; bir çivi, bir nal, bir at, bir hükümdar ve bir devlet meselesi gibi…
Hamdullah Suphi Tanrıöver:
“Türk dilini bizim için zengin ve asil iki kaynak olan Arap ve Acem asıllı kelimelerden mahrûm ediniz; devlet kaybolur, millet kaybolur, meclis kaybolur, edebiyât kaybolur, ilim ve sanat kaybolur, tarih kaybolur.” diyor.
Meselenin şah damarı da işte burası…Dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeleri atıp yerine Öz Türkçe kullanacağız diye ellerindeki paslı baltalar, dillerindeki kırık testerelerle asırlık bir çınarı budayıp, yerine bir akasya dikmenin gayretinde olanların ortaya koydukları dil tablosu meydanda…. Bu tabloyu asacak bir duvar bulabilirler mi?…Yapılan bu dil katliamında yıkılmadık, kaybolmadık hangi değerimiz kaldı?…
Dilimizin suçu neydi?
Nazım Hikmet’in; “Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile.” Mısrâına uyan, “Ne örümcek, ne yosun / Ne efsunkâr ne füsun / Kâbe Arap’ın olsun / Bize Çankaya yeter…” diyen Kemalettin Kamu ; 
“Dilimizden kelime kelimesini mutlaka çıkartmalıyız. Çünkü insana, kelime-i şehadeti hatırlatıyor, kelime-i tevhidi hatırlatıyor, Kelâmullahı hatırlatıyor.”diye kinini kusmaktadır.
İşte bu zihniyet ; “Bir millete yapılacak en büyük sûikast onun dili ile oynamaktır.”diyen Goetheyi haklı çıkarıyor.
“Bir milleti yok etmek isterseniz askerî istilâya lüzum yoktur. Ona tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla mânevî değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak kâfidir. Komünistlerin ve yardakçıların bütün gayretleri bu neticeyi elde etmek içindir.” tespitinde bulunan Peyâmi Safâ’ya nasıl hak vermezsiniz.
“Türkçe, ağzımda annemin sütüdür.” diyen Yahya Kemal’i anlamıyoruz artık…Bu din ve dil düşmanları sütü de bozdular ağzımızın tadını da…
“Kelimeleri tarihin yoğurduğunu” söyleyen Cemil Meriç: “Hakikatte dil davası yok, Türk İnsanının hâfızasının iğdiş edilmesi var.”diyor. Bugün “Hâfıza” yerine bellek dediğimizde, kazancımızın ve kaybımızın ne olduğunun farkında mıyız acaba?…Hâfıza kelimesi ile birlikte hâfız, mâhfuz, muhâfaza gibi kelimeleri ve bunun neticesinde bunlarla birlikte düşünmeyi de kaybetmiş olmuyor muyuz?
Cemil Meriç’in çığlığına bir daha kulak verelim:
“Argo, kanundan kaçanların dili; uydurma dil, tarihten kaçanların… Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma dil, şuursuzluğun…Biri günâhı gizleyen peçe; öteki irfânı boğan kement…Argo, yaralı bir vicdanın sesi, uydurma dil, hâfızasını kaybeden bir neslin…Argo, her ülkenin, uydurma dil, ülkesizlerin.”
“Kâmus (lûgât) bir milletin hâfızası, yâni kendisi; heyecanıyla, hassâsiyetiyle, şuuruyla… Kâmusa uzanan el, nâmusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilâli, tek mukaddese saygı göstermiş; Kâmusa.”
İşte burası sözün bittiği yer…    
Sahi, aslında İngiltere’ye hizmet etmiş, uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nun başında bulunan Agop Dilaçar Martayan kimdi? 
Türkçeyi bozmak için hususi yetiştirilmiş Bulgaristanlı bir Ermeni!…
Aah..Ah..Bu işte de bir it yeniği var amma!…
Seni gidi KÂMUSsuz  seni!…
 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.