DİL ve TARİH ŞUURU

Türk Dil Kurumu 1932 yılında Türk Dilini Tetkik Cemiyeti adıyla bizzat Atatürk tarafından kurdurulmuştur. Atatürk’ün ölümünden sonra da onun vasiyeti doğrultusunda Türk Tarih Kurumu ile birlikte Atatürk’ün maddi mirasına sahip olmuştur. Bu müesseselerin kurulması son derece isabetli olmuştur. Çünkü dil, din ve tarih bir milletin her şeydir. Bu sebeple bu sahalardaki araştırmalar ne kadar çok olursa insanımızda millet olma bilinci o kadar gelişir, birlik ve beraberliğimiz o derece artar. Eğer kullanmayı bilirsek bu zengin kültürel mirasımız, her türlü toplumsal problemlerimizin çözümünde bize yardımcı olacaktır.
Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu karışık duruma bakılırsa bu müesseselerin fonksiyonlarını yeteri kadar icra edemediği rahatlıkla görülebilir. Maalesef bu kurumlar, dönem dönem siyasîlerin etkisinde kalmış, dile ve tarihe ideolojik açıdan yaklaşmışlardır. Sahip olunan onca maddi imkâna rağmen, ortaya koydukları ilmi çalışmalar tatmin edici seviyede değildir. Mesela TDK, henüz adamakıllı bir imlâ kılavuzu bile çıkaramamıştır. Günümüze kadar çıkardığı her imlâ kılavuzu bir öncekinden büyük farklılıklar içermekte, dolayısıyla bizzat TDK imlâ kargaşasının müsebbibi olmaktadır. İmlâ meselesini çözmek elbette çok kolay bir iş değildir. Ama kimi dönemlerde ilmî usullerin yerine ideolojik dayatmanın esas alınması, çözümü iyice zorlaştırmıştır.
Tarihi süreç içinde yapılan hatalardan en önemlisi etnik milliyetçilik anlayışıyla hareket edilmesidir. Türk Dil Kurumu; Güneş Dil Teorisi adında asılsız ve uydurma bir iddia ile bütün dillerin Türkçe’den çıktığını ispat etmeye çalışmıştır. Türk Tarih Kurumu da benzer şekilde Sümerler, Etiler gibi eski uygarlıkların aslında Türk olduğunu gösterme gayretine düşmüştür. Bu, ilmîlikten uzak, ideolojik bir yaklaşımdır. Zira Osmanlı yıkıldıktan sonra onun maddi mirası üzerine kurulan Türkiye, yönünü batıya çevirmişti. Osmanlı’nın manevi (İslamî) mirasına sahip çıkmak şöyle dursun, adeta onun yok edilmesi için çaba gösterildi. Türk Tarih Kurumu bu sebeple Müslüman olmayan Eski Türklerin tarihini, Sümerleri, Etileri ön plana çıkarıp koskoca Osmanlı tarihini adeta yok saydı. Diğer taraftan Türk Dil Kurumu vasıtasıyla Dil devrimi yapılarak doğu medeniyetleriyle ve geçmişimizle olan irtibat koparılmaya çalışıldı. Arap harfleriyle yazılan İslamî eserler toplatılıp tahrib edildi. İnsanlar ellerindeki eserleri yakmak ya da gömmek mecburiyetinde kaldı. Neticede pek çok kıymetli eser zayi oldu. Dil devriminin bir ayağını alfabe değişikliği oluştururken bir ayağını da dildeki Arapça ve Farsça asıllı kelimeleri yok etme mücadelesi oluşturdu. Bu mücadelenin hedefi, İslamî bakış açısıyla yazılan yüz binlerce eserle aramızdaki bağları koparmaktı. İslamî eserlerle irtibatımızın kopması demek, her şeyiyle bir hayat nizamı olan İslam’la da irtibatımızın kopması demekti. Bu sebeple, halkın diline iyice yerleşmiş kelimelere bile savaş açılmıştı. Bu dönemlerde TDK, dilde arılaştırma adı altında yapılan dayatmaların güya ilmî zeminini oluşturmaktaydı. Arapça, Farsça asıllı kelimelerin yerine o kelimenin Eski Türkçede karşılığı varsa o konuluyor (Akıl=us gibi), yoksa saçma sapan kelimler uyduruluyordu. Bazen de Türkçe olan bir kelime, pek çok kelimeyi yok etmek için, dil kanunlarına aykırı bir şekilde dayatılıyordu. Mesela Türkçede soru sormak için kullanılan “Neden” kelimesi, sâik, müessir, âmil, sebep, müsebbip, vesile, sâika, illet, sâye, beis gibi aralarında mana farkı olan pek çok kelimenin yerine dayatılmış, çıkabilecek karışıklıklara hiç aldırış edilmemişti. Necip Fazıl dilimizi ne hâle çevirdiklerini göstermek için “neden” kelimesi ile ilgili şu güzel misali verir: “Türkiye’yi batıran sâiklerin bir müessire bağlanamamasındaki âmil sebep nedendir, nedir?” Ve işte bu cümlenin kurbağacası: “Türkiye’yi batıran nedenlerin bir nedene bağlanamamasındaki neden neden nedendir, nedir?” (Ahmet Kabaklı, Sultanü’ş-Şuara Necip Fazıl,s.49)
Esasında dili arılaştırma faaliyetleri Atatürk zamanında başlamıştı. Fakat Atatürk, bu çalışmanın büyük karışıklıklar meydana getirdiğini görüp bu işten vazgeçmişti. Falih Rıfkı Atay’a “Çocuk! Dilde çıkmaza girdik, dili bu çıkmazda bırakamayız.” diyerek girişilen gayri ilmî ve aklî yoldan ricat etmişti. 1935’ten Atatürk’ün ölümüne kadar TDK, dile müdahaleden vazgeçmişti. Fakat Atatürk’ün ölümünden sonraki “Şeflik” döneminde, yeniden başlayan ideolojik müdahaleler ve baskılar akıl almaz boyutlara ulaştı. Dilin kelime türetme kaidelerine bakılmaksızın saçma sapan kelimeler uyduruluyor ve bunlar mekteplerde öğrencilere dayatılıyordu. Bu uyduruk kelimeleri kullanmayan, onlara karşı direnen talebelerin sınıflarını geçmeleri mümkün değildi.
Bir toplum dilini kaybederse tefekkürünü ve tahassüsünü kaybeder. Tarihini kaybederse hafızasını kaybeder. Bu sebeple o dönemde Necip Fazıl gibi bazı çilekeş münevverlerimiz, rahatlarını bir kenara bırakarak, hayatlarını, nesilleri mahveden bu ideolojiye karşı savaşa adamışlardı.
Bülbüllere emir var lisan öğren vakvaktan,
Bahset tarih balığın tırmandığı kavaktan…
diyen Necip Fazıl, İnönü ve onun ideolojik uygulamaları ile pervasızca mücadele etmişti. Bu sebeple çıkardığı dergiler defalarca kapatılmış, ömrü, duruşma salonlarında ve hapishane hücrelerinde geçmişti. Ama çektiği her çile onu daha çok bilemiş, mücadelesi artarak devam etmişti. Mücadelesi çıkardığı Büyük Doğu dergisiyle bayraklaşmıştı. Müslüman gençlerin heyecanla takip ettiği ve pek çok defalar kapatılan mecmua, 11 Mart 1949 yılında haftalık olarak tekrar çıkmaya başlamıştı. Daha ilk sayıda Necip Fazıl, meşhur Sakarya şiirini yayımlamış ve şiirin üzerine şu çarpıcı cümleleri yazmıştı: “İş bu şiir 1950 İnönü şiir mükâfatına talip değildir. İş bu şiir vecd, aşk ve iman gençliğine ithaf olunur.” Necip Fazıl Kayseri Büyük Doğu Cemiyetinin açılış konuşmasını yapıp İstanbul’a döner dönmez tutuklandı…
Nasıl ki bir mekânın şerefi orada yaşayanlarla ölçülürse bir kurumun değeri de orada hizmet edenlerle ölçülür. Türk Dil Kurumu’nun ve Türk Tarih Kurumunun bugünkü durumu geçmişe göre çok daha iyi. İlmî zeminde güzel çalışmalar yapılmakta. Fakat bu çalışmalar, Türkiye’nin bütün problemlerine çözüm üretebilecek düzeyde değil. Az da olsa siyasilerin ve resmi görüşün etkisi hâlâ hissediliyor. Yine de geçmişle bugünü kıyasladığımızda gelecek adına daha ümitli olabilmekteyiz.
Bu gibi ilmi çalışma yapan kurumlarımızın varlığı önemli ve gereklidir. Gerek Fen Bilimlerinde araştırma yapan/yaptıran TÜBİTAK gerekse sosyal bilimlerdeki araştırmalara öncü olan TDK ve TTK gibi kurumlara devletimiz maddi-manevi desteğini artırmalıdır. Bütün bu kurumlar, ahbap çavuş ilişkisiyle değil, ilmî usullerle çalışmalı; bilimsel çalışma yapan herkese sonuna kadar destek olmalıdır. Bir de ilahiyat sahasında yapılacak çalışmalara destek olacak bir müesseseye ihtiyaç vardır. Her türlü iltimastan ve düzensizlikten arındırıldıktan ve sağlam bir sistem tesis edildikten sonra bu işi “Diyanet” de gerçekleştirebilir. Bütün resmi kurumlarımız, dini ve milli her türlü müspet faaliyete destek olmalı, halkın din, dil ve tarih bilincinin gelişmesine katkı sağlamalıdır.
Ferd olarak bugün bize düşen vazife ise, öncelikle sağdan sola okumayı-yazmayı öğrenmek, lisanımızı zenginleştirmeye çalışmak ve eskimez eserlerimizle irtibatı koparmamaktır. Latin alfabesine aktarılmadan ve hatta aktarıldıktan sonra sadeleştirilmeden bir metni, bir kitabı okuyup anlayamayan bir Müslüman, ben münevverim diye ortada dolaşmasın…