DEĞER KAYBININ MÜŞTEKİLERİ

Çok konuşulan bir husus “değer kaybı.” Hemen her kesimden, her anlayıştan, her inanıştan birbirleriyle uyuşmaları mümkün olmayan insanların “değer kaybı” ndan şikâyetleri ilginç bir ortak yandır şüphesiz.
Bu ortak yanı oluşturan iki kelime (değer kaybı), genellikle orta yaş grubunun çok dile getirdiği bir husus. Ancak ortak noktada buluşan insanların “değer” lerde buluşamadıkları da kesin. Bu da “ortak değer” farklılaşmasıyla bağlantılı bir husus
Bir Kemalist’in, bir sosyalistin, bir milliyetçinin, bir Müslüman’ın değerleri farklıdır. Geçen her günün bazı insanların değerlerini aşındırdığını, bu konuyu daha çok orta yaş ve üstü grubun çokça dillendirmesinden anlıyoruz.
Gençlerin çok duyduğu ve eleştirmeye başlanmasının ilk cümlesi olması sebebiyle hiç sıcak bakmadığı “bizim zamanımızda” isim tamlaması veya “ah o eski…” sıfatıyla oluşturulan, sıfat tamlamaları, değer kaybı ya da aşınmasından şikâyeti olanların en çok sevdikleri cümledir.
Cümlede, kendi döneminden, kendinden, kendi anlayışından memnuniyet ve halen yaşadığı andan, dönemden, kişilerden, anlayışlardan, memnuniyetsizlik vardır. Bu sadece bir nostalji değildir. Bu tamlamalarla başlayan cümleleri kuranların, hayatın, çevrenin, kendi düşünce ve hayalinin dışında düzenlemesine (dizayn) karşı çıkmaları söz konusudur. Aslında bunlar statükocu (mevcudu koruma) değildir. Karşı çıktıkları kendilerinin değişimin içinde yer almamaları veya kendilerine yer verilmemesidir bir yönüyle.
Bu hususa dikkat çekmek istiyorum. Değer kaybından, aşınmasından şikâyet edenlerinasıl sıkıntısı etkin rollerini başkalarına kaptırma korkusu veya kaptırmalarıdır. Değerleri bilen, tesbit eden kendisi olduğu için, onları bilen olarak, eskinin yerine konanları da kendisinin koyması gerekirdi.
Dikkat edilirse, en büyük, en hareketli, en heyecanlı ve etkili devrimciler bile kendileri devreden çıkar çıkmaz, kendilerinin ustalarını unuttuğu gibi kendilerinin de unutulacağını fark edip, devrimcileri yemeye başlar. Tek adam olmanın arzusunu içinden hiç çıkarmaz. Fransız devrimi için söylenen “Kendi çocuklarını yiyor.” sözü, bütün devrimler için, bütün yenilikler için geçerlidir. Ya “tek adam” olacaksın ya da devrileceksin! Tarih bu anlayışın temsilcileri ile doludur.
Rusya’nın tek adamları gitti, Rusya değişti. (Devrim bitti.) Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Yugoslavya hep aynı. Tek adamlar, kendilerini vazgeçilmez görenler gitti ve devrim bitti.
Şimdi, Tunus’ta, Yemen’de tek adamlar, kendilerini vazgeçilmez görenler, gitmemek için yakıyor, yıkıyor, öldürüyorlar. Yeniyi kabullenmediklerinden değil, kendileri dışında, kendilerine rağmen gerçekleşmesi onları insani özelliklerden soyutlamış, soyutluyor.
Kendi insanı üzerine tankı sürdüren İran Şahı, Çin diktatörü ile Beşir Esat anlayışında hiçbir fark yoktur. Onların değerleri kendileridir. Aşınan değer dedikleri kendileridir. Yoksa onlar ortak değerlerin peşinde değillerdir.
Türkiye’de de öyle. Yıkılanın yerine oluşturulan “değer” kabul edilmiştir. Yani kendi getirdikleri için güzel, mükemmel, eski kendilerine ait olmadığı için kötü, eksiktir. Ölçü kendileridir, kendi anlayışlarıdır. Buna devlette “devlet geleneği, teamül” gibi isimler vererek korumaya çalışanlar aslında gelenek düşmanıdırlar. Ama yeni oluşumda kendilerine yer bulamayanlar, ”değer” dedikleri “gelenek ve teamüllere” sığınmışlardır.
Yani diyorlar ki, ”Bu memlekete komünizm gelecekse biz getiririz, şeriat gelecekse o da bizim iznimizle olur. Her alandaki “kale” veya “ele geçirme” ifadelerinin arkasında bu anlayış vardır. Peki, Müslüman kesimde bu yok mu? Aynen var. Kaybedenlerin sığındıkları kavramlar hep eski. “Eskiden …” diye başlayan cümleleri kuranların eskiyi, eski değerleri yaşamadıklarını herkes görüyor.
Son zamanların moda kelimelerinin arkasındaki gerçek budur.
BAYRAM
Ramazan Bayramı tıpkı oruç gibi Müslümanlara ait bir bayramdır. Bir ay Allah için oruç tutan Müslümanlara Allah’ın bir hediyesidir. Kimse bu hediyeyi reddetme ya da sevincini, coşkusunu yok etme gayretinde olamaz. Zulümleri, açlığı, Müslümanların halini her zaman düşünebiliriz. Oralara her zaman duyarlı olabiliriz. Ama sevinmek, mutlu olmak da Müslümanların hakkı değil mi? Allah’ın hediyesini değiştirme hakkını nereden alıyorlar? Neden Müslümanların hakkı elinden alınmaya çalışılıyor. “Kar yağarken tozar, Çörek sıcakken yapışır, sıcağı sıcağına…” gibi sözler her işin zamanının olduğunu ifade ediyor. Baharın da hazanın da zamanı var. Niçin baharı hazana çevirmeye uğraşıyoruz.
Öyleyse bayramı, bayram olarak yaşayalım, yaşatalım, Çocuklarımız bayramı yaşasınlar, ta içlerinde hissetsinler. İçlerini karartmayalım. Müslümanlar olarak bayramı tatil olarak görenlere nasıl kızıyorsak bayramı matem havasına sokanlara da kızalım. “ Gül dalında güzeldir”, bayram da gününde bayramdır. Allah Resulü bayramı nasıl anlamış ve yaşamışsa, ecdat nasıl anlamışsa öyle yaşayalım.
İbrahim ÇİFTÇİ
Fırat Parlak, halk şiirimizin ahenk özelliklerini ustalıkla kullanarak, okunurken zevk veren, keyiflendiren, dinlendiren bir şiir yazıp yollamış. Aynı zamanda “çocuk edebiyatı” na da bir güzel eser hediye etmiş. Ağız tadıyla okuyabilirsiniz. Fırat PARLAK’a teşekkür eder bu tarz şiirlere devam etmesini belirtir, yeni eserlerini bekleriz. ( İ.Ç)
Bebek
Önce annenin kalbine
Sevgin ile düştün bebek
Dokuz ay şefkat karnında
Hazırlanıp piştin bebek
Tüm mevsimleri yaşattın
Yaz idin kıştın bebek
Sen leyleklerin ağzından
Naz idin düştün bebek
Sen ayrı kalınınca
Gözümde yaştın bebek
Annenden alınınca
Ufacık kuştun bebek
Katettin nice yollar
Bir çırpıda aştın bebek
Kimi gün hasta solgun
Kimi gün taştın bebek
Sağımızda solumuzda
Elimizde kolumuzda
Ömür denen yolumuzda
En güzel iştin bebek
Fırat Parlak