Darbe Geleneğimizin Temelleri – ilkadim DergisiDarbe Geleneğimizin Temelleri – ilkadim DergisiDarbe Geleneğimizin Temelleri – ilkadim DergisiDarbe Geleneğimizin Temelleri – ilkadim DergisiDarbe Geleneğimizin Temelleri – ilkadim Dergisi

Darbe Geleneğimizin Temelleri

Darbe Geleneğimizin Temelleri

İhtilal, devrim, darbe kelimeleri toplumumuzun yabancı olduğu sözcükler değil. Gücün, iktidarın, “devletin” olduğu her yerde, zamanda ve zeminde bu “dünyalık”  güçlerin sahiplenilmesi ve paylaşımında gerek meşru olan gerekse olmayan yöntemler insanlar tarafından kullanılmıştır. 
Meşru yönetimlere karşı meşru olmayan yöntemler kullanılarak yapılan kalkışmaların gerek “hazırlık” dönemlerinde, gerek gerçekleştiği sırada ve gerekse yeni yönetimlerin yerleşmeye çalıştığı sürede toplumda kargaşa, düzensizlik ve kanunsuzlukların yol açtığı zulüm dönemleri yaşanmış, çoğu zaman sonraki nesiller bile bu durumlardan menfi etkilenmiştir.
Hz. Osman’ın (RA) şehid edilmesiyle ortaya çıkan olumsuzluklar herkesin malumudur. “Fitne kapısının kıyamete kadar açıldığı” bu vahim olayın neticeleri hem birinci nesil ashabı hem de sonraki nesilleri çok uğraştırmış, çok ağır faturalar ödenmiş, günümüzde bile ödenmeye devam etmektedir.
Büyük Selçuklu Devleti gibi sağlam temelleri, ölçüleri, amaç ve idealleri olan bir büyük gücün, emsalleri arasında kısa ömürlü olması ve büyük ideallerini nihai sonuca götürememesinin altında yatan en büyük sebep de maalesef darbeler ve darbe teşebbüsleri neticesindeki kardeş kavgaları olmuştur.
Tarihteki bu tür olumsuzluklardan ders çıkaran Osmanlı Devleti ise ta başından bu tehlikenin farkında olmuş, aldığı tedbirler sayesinde özellikle ilk dönemlerinde bu tür sıkıntıları yaşamamıştır. Bu tür olumsuzlukların yaşanmadığı dönemlerde hem devlet hem de millet çok güçlenmiş, uzunca bir süre devam eden huzur, güven, istikrar ortamı birçok ırktan ve dinden insanın çok geniş bir coğrafyada insanca yaşamasını sağlamıştır. Bu dönemde istisnai bir  durum olan Yavuz Sultan Selim’in babasına karşı yaptığı askeri darbe, sonuçları dikkate alındığında Osmanlı Dönemindeki darbeler açısından olumlu anılabilecek belki de tek örnektir.
Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerinde gücü elinde tutan bazı bürokratik ve askeri unsurların çoğu kez birlikte tasarladıkları ve gerçekleştirdikleri iktidar mücadelelerine rastlıyoruz. Hemen tamamında mevcut menfaatlerin, dolayısıyla statükonun korunmasına yönelik bu teşebbüsler esasen bu dönemlerin “duraklama ve gerileme” dönemi diye anılmasının da en önemli sebeplerini oluşturmaktadır.
Osmanlı’nın duraklama ve gerileme süreci ile birlikte eski gücünü kaybetmesi ve Avrupa’da ortaya çıkan gelişmeler neticesinde bazı büyük Avrupa devletleri Osmanlı üzerinde başlangıçtan beri yaptıkları ama hep yenilgi ve başarısızlıkla neticelenen plan ve hedeflerini gerçekleştirmek için imkanlar bulmaya başladılar.
Osmanlı Devleti’nde devleti her kademede yönetecek olanlar ve aydın tabakasını oluşturan  kişiler 19. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı eğitim sisteminde yetişen insanlardan oluşuyordu. Tanzimat dönemi ile birlikte geleneksel eğitim sistemi yanında sayıları hızla artan yabancı okullar sayesinde tamamen Batı’lı bir eğitim tarzı ile yetişen, yüzleri Batı’ya dönük, Batı’da olan her şeyi hayranlıkla takip eden, kendi ülkelerine ve insanlarına karşı kompleksli bir aydın sınıfı teşekkül ettirildi. Koca Devleti Aliye’nin yıkılış sürecinin de bu kafa yapısındaki kişilerin hem bürokraside hem basın, ordu ve diğer önemli mevkilerde söz sahibi olmalarıyla aynı dönemde başlaması tesadüf olmasa gerek.
Tanzimat Dönemi’nin başladığı 1839 yılında otuzlu rakamlarda olan yabancı okul sayısının 1900’lü yılların başında tespit edilebilenler kadarıyla bile 600’ü aşması, sadece Elazığ civarında 90’a yakın yabancı okul bulunması bu durumun önemini anlamaya kafidir. 
Bu yabancı okulların yanı sıra o dönemlerde Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa devletlerinde eğitim  görmek de özendiriliyordu ve oldukça yaygınlaşmıştı.
Sadece yabancı okullar değil, aynı süreçte zenginlerin ve üst sınıflardaki insanların konaklarında, o dönemlerde olmazsa olmaz durumda olan ve Avrupa’daki kilise okullarında yetişen mürebbiyeler de çocuklara elbette ki Fransızca dışında bu topraklara yabancı yeni bir kültürü enjekte ediyorlardı.
19. yüzyılın son çeyreğinde artık her kademede söz sahibi, Avrupalılar tarafından kolaylıkla maniple edilebilen,  kendi insanına ve kültürüne tepeden bakan bir nesil yetişmişti. Bu durum ise yukarıda da ifade edildiği gibi Batılılara asırlardır bekledikleri fırsatı sağlamaya yetmişti.
Bu dönemde ülkenin içerisinde bulunduğu durumdan rahatsız olan her siyasi görüş ve pozisyondaki yeni nesil aydınlar ülkeyi tekrar ayağa kaldırmak için çeşitli arayışlara girdiler. Dönemin aydınları artık ne “Doğulu” gibi ne de “Batılı” gibi düşünebiliyorlardı. Devletin kurtuluşunun Osmanlı’nın geçmişinde mi yoksa Avrupa’nın geleceğinde mi aranmasının doğru olduğu konusunda görüş birliğine varılamıyordu. Aydınlar sadece mevcut durumdan rahatsızlık konusunda fikir birliği içerisinde idiler.
Bu yeni neslin siyasi hareketlenmesi Jöntürkler hareketi ile oldu. Adı dahil her yönüyle Osmanlı toplumu için yeni olan bu hareket doğal olarak Avrupalılar için de yeni bir ümit oldu ve desteklendi. 
Batı’nın amaçlarını çok iyi bilen ve bu yeni gençliği çok iyi tanıyan dönemin padişahı Sultan 2. Abdülhamit  ince siyaseti ve manevraları ile hem dış politikadaki hem de yurt içindeki  dengeleri gözeterek 33 yıl memleket gemisini idare etmeyi ve bir arada tutmayı başardı.
Ülkenin her açıdan kötü yönetildiğini, değişen dünyanın yeni şartları içerisinde artık bu şekilde devam etmenin mümkün olmadığını düşünen ve sürekli güçlenen muhalefet unsurları 20. yüzyıl başlarında örgütlendiler ve bu topraklardaki ilk siyasi parti olan İttihat ve Terakki Cemiyetini kurarak birleştiler. 
Adı “birleşme ve ilerleme” anlamına gelen cemiyeti oluşturan muhalifler içerisinde İslamcılar, Turancılar, Batıcılar başta olmak üzere birçok farklı görüşe sahip insan bulunuyordu. Ortak paydaları sadece sistemi değiştirmek talebiydi. 
Daha kuruluş aşamasından itibaren cemiyet içi iktidar hesaplaşmaları ve görüş farklılıkları nedeniyle ayrışmalar yaşayan bu hareket 1908 ve 1918 yılları arasında 10 yıl iktidarda kalarak ülkenin yönetiminde söz sahibi oldu.
“İstibdada karşı hürriyet, birleşme ve ilerleme” vaat eden ve kanlı sayılabilecek bir darbeyle iktidara gelen İttihat Terakki Cemiyeti sonuç itibarıyla Abdülhamid’in aynı şartlar ve zeminde 33 yıl bir arada tutmayı başardığı koca Devleti Aliye’yi 10 yıl içinde paramparça etmeyi başarmış bir harekettir. 
Bugün dahi yaşadığımız sorunların, karanlık olayların, yolsuzlukların, komitacılığın, ayrımcılığın, dışlayıcılığın, ötekileştiriciliğin, asimilasyonculuğun, çeteleşmenin, tepeden inmeciliğin temelleri kuşkusuz bu dönemde atılmıştır.
Avrupalıların ve art niyetli gayrı müslim vatandaşların önemli desteği ile iktidara gelen cemiyetin, bu çevrelerin yönlendirmeleri sonucu gerçekleştirdikleri Rum ve Hıristiyan açılımları Balkanların elden çıkması ve Anadolu’nun Yunan işgali ile, Ermeni açılımları 1915 tehciri ile, Yahudi açılımları Filistin’in kaybı ve İsrail Devletinin kurulması ile Büyük Osmanlı açılımları ise Birinci Dünya Savaşı ve koca devletin çöküşü ile neticelendi.
Neticede savaşlar ve suikastlarla geçen bu on yıllık süreç, ölüm, kan, zulüm, gözyaşı, açlık ve telafisi mümkün olmayan yıkımlarla dolu bir zaman dilimi olarak hafızalarda ve tarihte yerini aldı.
Esasen İttihat ve Terakki tecrübesi, vatanseverlik duygularının çarpık bir zihniyetle birleştiği zaman bir ülkenin kaderinin nasıl karartılabileceğinin, gözü kara maceraperestliğin yanlış stratejik hesaplarla birleştiğinde ne büyük yıkımlara, felaketlere ve acılara yol açabileceğinin çok hazin bir hikayesidir. 
Bu çarpık zihniyete sahip olan unsurlar Cumhuriyet Döneminde de aynı komitacı ve entrikacı yöntemlerle ülkede sürekli söz sahibi olma çabasında oldular. 1938, 1950, 1960, 1971, 1980, 1997 yıllarındaki yönetim değişiklikleri bu çabaların sonucuydu ve  birleşmeye değil ayrışmaya, ilerlemeye değil gerilemeye sebep oldu. Cumhuriyetin kuruluşundaki “muasır medeniyetler seviyesine yükselme” hedefi bu zihniyettekilerin geçmiş kötü tecrübelerin sonuçlarından kesinlikle ders almaması yüzünden tutturulamadı.
İttihatçıların ileri gelenlerinden Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın  pişmanlığını dillendirmek için kaleme aldığı “Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” şiirini Büyük Doğu mecmuasında 1947 yılında yayınlayan Necip Fazıl’ın hemen takibata alınarak tutuklanması ve “Türklüğe ve Türk Milletine Hakaret’ten” 1 ay 27 gün hapis yatması ittihatçı zihniyetin o dönemlerdeki gücünü ve duyarlılığını göstermektedir. Şiirden bir dörtlük:
“Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz, 
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz. 
Sade deli değil, edepsizmişiz. 
Tükürdük atalar kıblegâhına.”
Önümüzdeki yeni dönemde geçmişimizdeki olumsuz tecrübelerden dersler çıkarmalı, ülkeyi karanlığa götüren bu unsurlarla mücadele etmenin yanı sıra daha da önemlisi bu zihniyetin ortaya çıkmasına yol açan sebepler iyi anlaşılmalıdır. Başta eğitim sistemimiz tamamıyla gözden geçirilmelidir. Dış politikamız sağlam temellere oturtulmalı, dost ve düşmanlarımız iyi tanınmalıdır. 
Bu milletin, günümüzdeki zulme dayalı mevcut dünya sistemi tarafından kendisine çizilen dar kalıplardan kurtulması ve tarihindeki gibi dünya sistemini kendi “ölçülerine” göre kendisinin belirlediği bir konuma yeniden ulaşması için topyekun bir “mü’min feraseti” ne ihtiyaç olduğu açıktır.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.