Çöldeki Buz Damlası

Çöldeki Buz Damlası

Dağlardayım, ovalarda… Makine başında, zindanlarda… Damlalarım akacak nur yüzlülerin şakaklarında…

Dışarıda mıyım, yoksa içeride miyim bilmiyorum. Vuslat mı, hasret mi ne hallerdeyim bilmiyorum. Cadde cadde, şehir şehir bazen kıta kıta kanat çırpıyor ya da koşuyorum. Bazen cesur yürekli bedenlerin arasında gül kokusu olarak akıyorum gönüllere. Bazen de bitimli gecelerde son bakıştaki özlemim. Geçtiğimiz zamanlarda yaptığım seferler bir yana. Bu sefer beni çok zorluyor. Karanlığa inat doğmak ne çok mücadele gerektiriyormuş. Ellerimde, ayaklarımda hatta sırtımdaki beyaz kürkün zerrelerinde bile tonlarca ağırlık var ve ben kendimi buhurdanlık gibi hissediyorum. Eğer ki hava daha fazla soğur ya da daha çok yükselirsem mecburen bir tepeye veyahut bir köye uğrayıp dinlenmem gerekecek ki bu da tekrar toparlanıp varacağım yere geç kalmama sebep olacak. Allah’ım bana yardım et zamanında varayım. Yükün ağırlığı belimi büktü ve yorgunlukla beraber hızım karıncalarla yarışacak kadar düştü. Şu Akdeniz’i bir geçsem Mısır’da güç toplayıp hızlıca varırım. Neyse ki imdadıma Mısır ve Libya’nın meşhur hamsin rüzgârları yetişti. Hamsin rüzgârları içindeki toz taneleri sayesinde yükümü hafifletti hem yolum hem önüm açıldı. Ata toprağına Trablusgarp’a yani Libya’ya vardık. Şairin dediği gibi;

                    Yeniden doğduk biz güne âlem karanlıklardayken

                    Muhabbetle kardeş olduk bülbül güle darılmışken   

Heyecanımdan söyleyemedim, ben ki;

Saksıdaki kaktüsün ulaşamadığı yerde, hasretle bağrı yananın mendillerinde, cihad meydanındaki mücahitlerin gönüllerinde, zindandaki masumların son abdestlerinde…

Kalbiniz temiz ve saf bir imana sahipse beni görebilir, beni hissedebilir, benimle olabilirsiniz. Biraz çiğlik, dünyaya dalma varsa her şey gibi beni de tepelerde sıradan süzülen, caddelerde gezinen, yeri gelip üşüten, yeri gelip bunaltan ya da gökyüzünde bir tane bile bulut yok diye şikâyet edilenim. Evet, doğru tahmin ettiniz, ben bir bulutum ama öyle sıradan bir bulut değilim. Ben bir şehadet bulutuyum. Şimdi Libya’dayım.

Gökyüzünden Libya’yı gözlemlerken anlam veremediğim şekilde kanatlarım ağırlaştı, gözlerim doldu. Bir de baktım ki müderris Ömer Muhtar medresenin kapılarını kilitliyordu. Mağrur ve hüzünle zorluklar yolunu adımlıyordu. Aynı zamanda manevi mertebelere göz kırpıyordu. Vatan olmadan eğitimin bir anlamı olmayacağını ifade ediyor, talebelerinin hafızalarına ilmek ilmek işliyordu. Diğer yandan savaş stratejileri, ihtiyaçların nasıl karşılanacağı ve cephanenin teminatı gibi konuların planlamasını yapıyordu. Sonuçta Teşkilat-ı Mahsusa’dan Ahmed Şerif Senusi’nin talebelerinden sayılırdı, temeli sağlamdı. Ecdadı Osmanlıydı. Gecenin karanlık mizacında daha fazla dayanamayıp gözümden sızanları yer çekiminin de etkisiyle tutamadım. Birkaç damla dökülüverdi. Bunlardan bazıları Ömer Muhtar’ın o güzel sakallarına ve şehadet yüklü aslan bakışlı gözlerine isabet etti. Kafasını vakarla biraz yukarı kaldırdı işte o an göz göze geldik, rahmet kapılarının açıldığını anlamış gibiydi koca çınar.

              Umut dolu gözlerimiz karar kıldık yarınlara

              Dar geldi yüreklerimiz bunca yükü taşımaya

Hazırlıklar tamamlanıyor planlar gözden geçiriliyordu. Kolay değil tam tamına 22 yıl sürecek anlayışsız, gaddar küffara karşı şanlı bir direniş, onurlu bir mücadeleye girilecekti.               Tam bir gerilla taktiği uygulanacaktı. Tabi ki bende boş durmayıp çöl sıcağında serinlik oldum, diğer ülkelerdeki arkadaşları yardıma, kıyama, direnişe çağırdım, eksiksiz buradayız. Büyük bir saldırı olacak haberi geldi, bir kargaşa bir telaş…

Ya Rabbi silah yok, silah kullanmayı bilen asker yok. Kan ağlayabilsem o gece kan ağlardım belki o zaman korkar kaçardı düşman. Tam o esnada serinkanlı bir tavırla komutan Ömer Muhtar geldi ve askerlerine sessizce bir şeyler anlattı. Mücahitler birbirlerini atlarına, silahlarına varıncaya kadar diri diri toprağa gömüyorlardı. Anlamış değilim neden bunu yapıyorlar. Biz de yardım olarak havasız kalmasınlar diye kum zerreciklerinin arasından sızarak onları rahatlatmaya çalışıyoruz. Derken İtalya ordusu tankıyla topuyla geliyor ki kendinden emin bir şekilde tek bir mermi bile atmadan Libya’yı ele geçireceklerini sanıyorlar. Karanlık çölde devasa bir sessizlik var. Sanki çöldeki tüm canlılar nefeslerini tutmuş, tek çakıl tanesi dahi hareket edip ses çıkarmaktan imtina ediyordu. Düşman ordusu ilerliyor, bizim mücahitler yürek ritimlerini sessiz tekbirlerle yüksek tutmaya gayret ediyordu. Sabahın nurunun, gecenin karanlığını boğduğu sırada komutan Ömer Muhtar’dan çölü inleten tekbir sesi ile gömülü olduğu yerden kıyama kalkan mücahitler…

Ne olduğunu bile anlamadan korkudan kaçan İtalyan askerler az daha korksalar koskoca Akdeniz’i yüzerek geçeceklerdi. Bu savaş taktiği mücahitlere moral ve cephane kazandırdı. Buna benzer onlarca baskın ve çatışma yaşandı. Azalıyor, yoruluyor ve yaşlanıyorduk. Biz gökyüzünde durmaktan yorulduk, geceleri uyur hale geldik ama mücahitler yılmadı. Dile kolay tam 22 yıl, bu zaman zarfının sonlarında kadınları ve çocukları Mısır’a gönderdiler. Aklımız ailemizde kalır da savaşamayız diye. Ömer Muhtar ve mücahitleri tam 2 yıl namazlarını seferi kılmak zorunda kaldılar.

Trajikomik olaylar da yaşanmadı değil. İtalya kaç komutan kaç askeri birlik değiştirdi ama bileğimizi bükemedi. En sonunda Ömer Muhtar’a anlaşma teklif ettiler. Aklınıza gelecek her türlü dünyalığı ayaklarının altına serdiklerinde, zihnimde Halit bin Velid’in İran Kisrasına “Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar şehadeti arzulayan bir ordu ile karşınıza geldim” sözü yankılandı. Bu şuurla hayatı çimlendiren kanar mı dünyalığa, satar mı davasını? Asla…

Libya halkı kendi ülkelerinde esir düşmüş, açlıktan ve yokluktan ölüyordu. Zaten az sayıda olan mücahitler son operasyonlarda iyice azalmıştı. Mısırdan gelen un ve şeker de gelmez olmuştu. Ayrıca İtalya, Ömer Muhtar’ı bulup getirene, yerini ifşa edene ödüller vereceğini vaat ediyordu. Ulaşamadığı yerlere de savaş uçaklarını gönderiyordu. Allah’ım ne büyük zulüm! Böyle bir acının yaşandığı ortamda Ömer Muhtar mücahitlere dönerek susuzluktan kurumuş dudaklarından şu cümleler döküldü; “Savaşıyoruz çünkü düşmanı bu topraklardan atıncaya ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve özgürlüğümüz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz.”  Bu cümleler ahirete göz kırpış gibiydi.

İhtiyar aslan hain bir pusuya düşürülüp yakalandı. Zindanda tavana yakın yerde küçük bir pencere vardı, kimseyi yaklaştırmıyorlardı ama ben görüyordum. Zindanda değil de cennet bahçesinde oturuyor gibi rahattı. Tevekkül ehli kalbinin halini tüm dünyaya haykırırcasına. Kapı açıldı içeri gardiyan girdi, hazırlan dedi. Ömer Muhtar hazırlığını yapıyor abdestini tazeliyordu. Fırsat bu fırsat dedim, Medine Yağmurları’ndan getirdiğim gül kokulu serinlikle anahtar deliğinden süzülüp abdest suyuna karıştıktan sonra kalbine nebevi ferahlık, yüzüne nurdan aydınlık oldum. Nefes alan şehide dokunmanın verdiği gururla gökyüzüne süzüldüm.

Gökyüzündekiler bekliyor ihtiyar aslanı, tüm Libya bekliyor kahramanını.

Sehpalarında sarıkla sallananlara ilham verircesine vakarla çıktı idam sehpasına.                                  

Ey koca müderris, ey büyük komutan! Hani o idam sehpasında son nefes ve son bakışında Fecr suresinin ”Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan, sen O’ndan razı O senden razı olarak Rabbine dön” ayetini mırıldanıp kelime-i şehadet getirdikten sonra bana bakıp gülümsemen yok mu? İşte ben de onu anlamlandıramadım. Bana mı baktın, semadaki meleklere mi ya da sana daha hoş yerler gösterildi de ona mı? O bakışın bana hatırlattığı başka bir anlam da “Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Teslim olmayız, ya kazanırız ya da bu uğurda ölürüz. Sizler bizimle savaştınız. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince… Ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” Bu şahane cümlenin tılsımıydı. Biz şehadet bulutları nerde bir şehadet sevdalısı var oradayız, onunlayızdır.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.