CİHAD DERSLERİ-Rabbimiz Allah’tır

Evet, Rabbimiz Allah’tır ve bunda şüphe yoktur. Bu gerçeği bir dil ile söylemek var, bir de bunu hayata yansıtmak var. Sahâbe-i kirâm efendilerimiz, Hz. Peygamber efendimizden öğrendikleri bu gerçeği dilleri ile söyledi, kalpleri ile ikrar etti ve hayatlarına da yansıttılar. Bu gerçeği hayatlarına öylesine yansıttılar ki, yaşadıkları dünyayı değiştirdiler. Şu anda bizim dünyamız ile onların dünyası birbirine hiç benzemiyor. Çünkü biz, onların bize emânet ettikleri dünyaya sahip olamadık; bu güzel dünyanın hâkimiyetini ehil olmayanlara terk ettik. Şimdi yeniden dirilme ve kaybettiklerimizi bulma zamanıdır. Bunun için de işe başından başlamamız gerekiyor. İşin başı da Allah’a imandır. Rahmetli Hasan el-Benna, Mısır’da “Rabbimiz Allah’tır” diyerek işe başladı.
17 Ekim 1906’da Mısır’ın Mahmûdiye şehrinde doğan Hasan el-Benna, dînî ve ilmî yönden köklü bir âileye mensuptur. Babası hadis âlimi idi. Hadis konusunda bizzat kendisinin de yazdığı eserler vardır. İşte böyle ilmî bir yuvada büyüyen Benna ilim, takva ve zühd atmosferinde çok güzel yetişmiştir. Daha küçük yaşlarda üstün bir zekâya sahip olduğu gözleniyordu. Gece namazlarına ve Pazartesi-Perşembe oruçlarına devam ediyordu. Küçük yaşlarında Kur’ân-ı Kerim’i yarısına kadar ezberleyen Benna, on beş yaşlarında hâfız oldu.
Yüzünün çizgilerinde devamlı bir elem ve hüzün görünüyordu. Kalbinde Müslümanların dertlerine çareler arama aşkı vardı. Onun bu hali onu zaman zaman bazı kötülükleri bizzat kendi eliyle değiştirmeye götürüyordu. Nafile ibâdetlere devam etmesiyle ruhu enginleşmiş ve nefsi daha da temiz bir hale gelmişti. Ayrıca daha talebelik yıllarındaki İslâmî çalışmalarından dolayı da genel kültürü oldukça gelişmişti. Okuduğu medrese de “kötülüklere karşı mücâdele” adında bir teşkilât kurarak bazı önemli şahsiyetlere mektuplar gönderip, onlara nasihat etmeye ve onların dikkatlerini toplumdaki kötülüklere çekmeye başlamıştı.
Liseden mezun olduğunda Mısır’daki tüm talebeler arasındaki sıralamada beşinciydi. Üniversiteyi ise Dâru’l-ulûm’da okumuştu. Üniversite bitirme imtihanlarını verirken on sekiz bin beyt şiir ve bir o kadar da nesir ezberlemişti. Dâru’l-ulûm’u bitirdiğinde onun ayarında talebe yoktu. Çünkü birincilikle bitirmişti.
Üniversiteyi bitiren Hasan el-Benna, İsmâiliye’deki okullardan birine öğretmen olarak tayin edilmişti. O zaman İngilizlerin tüm güçleri İsmâiliye’de toplanmıştı. Okullarda Avrupa usulü eğitim yapılıyordu. İsmâiliye bu haliyle sanki Londra’nın muhitlerinden birini andırıyordu. Halkın çoğu ise bir İngiliz şirketi olan Süveyş’te isçiydiler. Hasan el-Benna, İngilizlerin Mısır halkını ezdiğini ve onları zelil ettiğini görüyordu. Mısır halkı sanki onların kölesiydi. Her türlü fesat almış yürümüş ve haramlar helal sayılır olmuştu. Özellikle 1924’de hilafet yıkıldıktan sonra bu durum daha da artmıştı.
Diğer taraftan Batılıların İslâm’ı ortadan kaldırmak için yaptığı çalışmaları gördükçe kalbi parçalanıyordu. İşte Benna, o dönemleri anlatırken şöyle diyordu: “Allah bilir nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük. Bu hallerin tesirinden bazen ağlama durumuna gelirdik.”
Hasan el-Benna, kendilerinde hayır alametleri olan bazı kişilerle irtibata geçiyordu. Kendisiyle birlikte altı kişi bir araya gelerek İslâmî çalışmaların çekirdeğini oluşturmak için anlaştılar. Benna, kurduğu bu teşkilâta yeni bir isim almaması için “Biz Müslüman Kardeşleriz” dedi ve cemiyetin adı “İhvânü’l-müslimîn” oldu. Benna, ilk dâvetine İsmâiliye’de başlamıştı. Çalışmalarını bereketlendiren Allah Teâlâ, onun elleriyle kahvehânelerde zamanlarını boşa geçiren insanlardan İslâm davası için mümtaz şahıslar yetiştirmişti.
Bunlara örnek olarak İslâm davasının ilk öncülerinden Şeyh Muhammed Fergali, İngiliz komutanının karşısına dikilmiş şöyle diyordu: “Beni, bu İsmâiliye’den sadece bir kişinin emri çıkarabilir. O da Hasan el-Benna’dır.” Hasan el-Benna, İsmâiliye’deki çalışmaları genişleyince ve tüm gayretlerini İslâm için tahsis edince Mısır’ın başkenti olan Kahire’ye taşındı. İhvânü’l-müslimîn’in merkezini orada kurdu. Bütün gayretlerini İslâm’a dâvet ve onu tanıtma yolunda harcadı. Köyleri gezdi, şehirleri dolaştı. Gittiği her yere bir şûbe açıyordu. Öyle ki, birkaç sene içinde İhvân’ın hareketi Mısır’ın gözünü ve kulağını doldurmuştu. Her tarafta ona katılmalar oluyor ve Mısır’ın evlatları onun kanatları altına giriyordu. Bunu gören hükümet İhvân’ın yayılmasından korkarak onu kontrol etmek için her türlü çareye başvuruyordu.
Hasan el-Benna’yı gizli istihbarattan birçok kişi takip etmeye başlamıştı. O nereye giderse onlar da peşinden ayrılmıyordu. Derken 1947 senesinde Hasan el-Benna, bazı mücâhidlerini Filistin’e gönderiyordu. Filistin dağları ve köyleri daha önce görmedikleri ender mücâhidler görmeye başlamışlardı. Evet, Filistin, Yahudi’ye kuvvetli bir ders vermek ve onlara zilleti tattırmak için ölümü hayata tercih eden insanlara şahit olmuştu. Bu arada Kral Faruk, bu büyük gelişmelerden dolayı meseleyi İngilizlerle beraber düşünmeye başladı. Özellikle Kral Faruk’un Mısır ordusuna dağıttığı silahların bozuk olduğunun anlaşılmasından ve Arapların hıyanetlerinin açığa çıkmasından sonra Kral Faruk için mesele iyice tehlikeli olmaya başladı.
Filistin’de cihad eden İhvânü’l-müslimîn mücâhidlerinin Mısır’a gönderilmesinden korkan Faruk, Müslüman Kardeşler’i tutuklatıp hapishanelere dolduruyordu. Dışarıda sadece Hasan el-Benna kalmıştı. Kralın maksadı onu öldürtmekti. İşte bu esnada Mahmud Abdulmecid, gizli istihbarattan beş kişiyi Benna’yı öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire’nin en büyük meydanında Müslüman Gençler Teşkilâtı’nın önünde 12 Şubat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kurşunlandı. Tedavi için hastaneye kaldırıldı. Bu arada Benna’ya müdahale edilmemesi ve kan kaybından ölmesi sağlandı. O öldüğünde çocuklarına ihtiyaçlarını giderecek bir şey bırakmamıştı. Hatta ev kirasını bile verecek durumları yoktu.
Böylece, ömrünün sonuna kadar tebliğ için çalışan Hasan el-Benna ruhunu tertemiz olarak Allah Teâlâ’ya teslim ediyordu. Cenazesini bir yaşlı babayla birlikte dört kadın kabre götürmüştü. Bölgede elektrikler kesilmiş ve bu dört kadın dehşet verici bir ortamda tankların arasında Benna’yı götürüp defnetmişlerdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Müslümanlar, Benna’nın cesedini çıkarıp da gösteri yapmasınlar diye mezarının başında nöbet tutuluyordu.
Hz. Peygamber efendimiz, Mekke’de insanları İslâm dinine dâvet etmeye başlayınca Mekkeli müşrikler hem peygamberimize hem Müslüman olanlara işkence yapmaya başladılar. İşkencenin en ağırını da peygamberimize yaptılar. Bir gün, peygamberimizin hırkasını boynuna dolayarak işkence ettiler. Hz. Ebû Bekir gelip peygamberimizi onların elinden aldı ve şöyle dedi: “Sadece ‘Rabbim Allah’tır’ diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?” Yıllar sonra onun ümmetinden biri ‘Rabbimiz Allah’tır’ ilkesini yeniden hatırlatıp savrulan ümmeti toparlamaya çalıştığı için asrın zâlimleri tarafından şehid ediliyor. Hz. Peygamber’in dâvası ve dâveti hiçbir zâlim tarafından engellenemez. Tarih buna şâhittir.