CANIM BABACIĞIM

Yetim kalmanın yaşı olmuyormuş seni kaybedince öğrendim bunu. Ne fark eder dördünde beşinde yada kırkında ellisindeyiz ömrün. Yüreğimizin bir yanı her zaman hüzünlü ve kırık, mutluluklarımız hep eksik kalacak. Senin engin denizler gibi merhametli, coşkulu yüreğinin sevgisinden, desteğinden mahrum kalmak o aydınlık yüzünü dünya gözüyle görememek ne büyük hicran. Şefkat kanatlarını öyle bir sermiştin ki ailenin, evlatlarının, sevdiklerinin üzerine, o kadar ilgilenirdin ki bizimle, sen kavuşunca Rabbine biz boşlukta kaldık. Şaşırdık inanamadık. Ömrümüzden ömür vermek istemiştik sen hastalanınca, acılarının birazını da biz almak istemiştik de hasta yatağından doğrularak ellerinle ağzımızı tutmuştun. “Sakın ha evlatlarım, böyle dilemeyin! Benim çektiklerim kefaret olsun da Rabbim sizlere bu acıları tattırmasın” diye dua etmiştin.
Her zaman önce aileni, evlatlarını, sevdiklerini düşünürdün, diğergamdın. Minicikken çocukluğumuzdan beri gönül dilimizi okur, gönül tellerimize en güzel nağmelerle vurgular yapardın. Çocuk ruhundan öyle güzel anlardın ki, ben dünyaya gelince henüz iki buçuk yaşında olan ağabeyimi mahzun olmasın, üzülmesin diye alışverişe götürüp giysiler, oyuncaklar, şekerlemelerle gönlünü alıp sevindirmişsin ve kız evladı olunca yüzünü buruşturanlara nazire edercesine öyle bir coşkuyla karşılamışsın ki beni, severken yüklendiğinde ahşap beşiğe, bu muhabbete dayanamayıp kırılmış orta yerinden beşiğim. Ne zaman akrabalar bir araya gelsek senin evlatlarına olan muhabbetinle ilgili anıların ardı arkası gelmezdi.
Kardeşim doğunca bebekle annemin bulunduğu odanın kapısına kollarımı gerip sakın babacığım bu odaya girme dediğimde yine o çocuk ruhunun hassasiyetine dayanamayıp, şefkatle kucaklayıp beni gezmelere götürmüştün. Öylesine yüce gönüllüydün ki hep ruhumuzun derunundaki hislere hitap ederdin. Bizim bu hallerimizden çok duygulanıp, “Ya Rabbi bu masum saf yavruları sen koru terbiye et” diye dua ederdin.
Çoğu zaman mihmandarımız olurdun, karış karış gezdirirdin İstanbul’un camilerini, türbelerini, müzelerdeki tarihi eserleri. Osmanlının ruhunu dillendirirdin ailene, evlatlarına anlatırdın tek tek hiç üşenmeden. Hocamız olurdun bazen de, dualar öğretirdin, namaz kıldırırdın. Çocuk eğitimini annemizin omuzlarına yüklemezdin büsbütün. Her anı, her hali değerlendirirdin bizleri eğitmek için. Gezmeye gitmeden önce misafirlik adabını öğretirdin bize. Bir yandan saçlarımızı tararken, ev sahibine, çocuklarına eşyalarına karşı edebimizin nasıl olması gerektiğini anlatırdın tekrar tekrar, sonra bizden söz alırdın. Zaten bakışlarından anlardık ne demek istediğini, misafirlikten dönünce sorardık: “Anne, Baba uslu durduk mu?” diye.
Saygının ve sorumluluk bilincinin çok erken yaşlarda öğretilmesinin gerektiğini vurgulardın, çocuk eğitimini anlatırken. Bilhassa manevî eğitimimize çok önem verirdin. Seninle Ramazan ayı ve kandil gecelerimiz o kadar sevinçli, öylesine feyizli geçerdi ki bu anılar hafızamızdan hiçbir zaman silinmeyecek. Yeni dualar öğretirdin bize, hep bir ağızdan coşkuyla tekrarlardık duaları. İftar ve kandil hediyeleri artık sürpriz olmaktan çıkmıştı. Evimizde televizyon olmadığı için evdeki zamanın çoğu birbirimize kalırdı. Ne güzel günlerdi onlar, ne feyizli gecelerdi. Evlatların evlendikten sonra da böyle mübarek gecelerde evlerimize gelir, çoğu zaman da yatılı misafirimiz olurdun. Yine çocukluğumuzdaki o coşkulu günleri yaşamak seni de bizleri de ne kadar mutlu ederdi.
Cami avlusundaki küçük yuvamıza hiçbir huzursuzluk ve üzüntünün girdiğini hatırlamıyorum. Bazen büyük zatlar gelirdi imamı bulunduğun camiye, Gönenli Mehmet efendiler, başka büyük zatlar, hafızlar. Cemaatin bahçeye taşardı çok mutlu olurdun böyle zamanlarda. Zaten bu dünyada en büyük zevkin ibadet ve ilim tahsilinden sonra misafir ağırlamak, çocukları sevmek ve sevindirmek, akrabayı, arkadaşları, komşuları ziyaret etmekti. O zamanlar henüz üniversite tahsiline devam ediyordun. Arkadaşların küçük evimize gelir, gece yarılarına kadar ilmi çalışmalarda bulunurdunuz. Sizin fısıltılı konuşmalarınız arasında öyle tatlı, öyle huzurlu uykulara dalardık ki cihana bedel. Bir taraftan üniversite, camideki vazifeniz, bir taraftan son devrin Osmanlı ulemasından özel dersler almanıza rağmen aileni hiç ihmal etmezdin. Bizimle öylesine hem hal olurdun ki seni sana bırakmazdık. Şehremini yokuşundaki bu küçük evden mutluluklar taşardı sokağa. Komşuların sevgi ile gıpta ile bahsettiği bir hoca efendi olmuştun genç yaşında.
Sonra Kayseri’ye çıkmıştı tayinimiz. Hani komşularımız ne çok yalvarmışlardı gitme diye. “Hocam gitme de sana bu mahalleden bir ev alalım. Yine imamlığa devam et, bizler de ilminden istifade edelim” diye. Ama sen İstanbul’u çok sevmene rağmen, kabul etmemiştin, sevmezdin kimseye yük olmayı. Gözyaşları arasında uğurlamışlardı komşuların, arkadaşların, cemaatin bizi. Zaten gittiğin yerlerde insanlara öylesine sevdirirdin ki kendini hep tekrarlanırdı bu hüzünlü ayrılık sahneleri. İstanbul’daki dostlar arkadaşlar çok üzülmüştü ama Kayseri’deki akrabalar ve sevdiklerimiz bir o kadar mutlu olmuşlardı.
Akrabaların da göz bebeği, sevgilisiydin. Dostlarından birini ziyarete gitsen, duyan eş-dost toplanır, sohbetlerini can kulağıyla dinlerler, sohbetin bitmesini istemezlerdi. Bilhassa dedem öyle iftihar ederdi ki seninle, gözlerinin içi gülerdi seni dinlerken. Zaten en çok o istemişti senin ilim adamı olmanı. Rahmetli babaannemle seni okutup bir âlim olarak yetiştirmeyi düşlerlermiş. Dedemin amcalarından birisi âlim, fazıl bir zat imiş. Dedem, “biz uzun savaşlar nedeniyle ilim tahsil edemedik evladım Zeki! Senin amcan gibi büyük bir âlim olman için elimden geleni yapacağım” diye vaat etmiş sen çocukken. Bunları anlatır, dua ederdin annenle babanın ardından.
Okumayı çok severdin. Rabbimizi, O’nun Rasulünü sevmeyi öğrettiğin gibi okuma sevgisini de aşılamıştın evlatlarına, torunlarına. Zaten Kur’an okumayı okula gitmeden önce öğretmiştiniz ağabeyimle bana. Ağabeyim yedi yaşında Kur’an’ı hatmetmişti. Gündüz annem çalıştırır, akşam sen okuturdun; tatlı tatlı, aferinlerle, hediyelerle ödüllendirirdin her zaman. Senin gözlerindeki mutluluğu görmek en büyük ödül olurdu zaten bize.
Büyük bir kütüphanemiz vardı. Arapça, Osmanlıca eserler, klasikler, mecmualar, dergiler. Bizi de Mavi Kırlangıç isimli bir çocuk mecmuasına abone yapmıştın. Çok değer verirdin kütüphane. Bize kitapların manevî değerini anlatırdın. Küçük olmamıza rağmen gazeteleri yere atmaz, üzerine basmazdık ayet yazılı diye, öyle öğretmiştin çünkü. Kimi zaman arkadaşların kitaplarını ödünç alırlardı. Bazen kitaplar çocukların eline geçmiş olmalı ki, sayfaları eksik, kalemle karalanmış olarak gelirdi; o zaman çok üzülürdün. Seni teselli ederdim, babacığım büyüyünce sana çok kitaplar alacağım, diye. Biraz daha büyüyünce kalın ciltli kitapları da karıştırmaya başlamıştık bizi kütüphanenin başında gördüğünde, gözlerinin içi gülerdi adeta.
İslam tarihini okumaya başlamıştık, akşam eve gelince Rasûlullah’ın hayatını sana coşkuyla anlatıyorduk. Bütün yorgunluğuna rağmen heyecanla dinlerdin bizi. İşte o zamanlar anlamıştık senin Allah Rasûlünün sünnetlerine ne kadar ittiba ettiğini. Bir gün karşınıza geçip “babacığım, her hareketiniz Peygamberimize ne kadar benziyor” demiştim de kendi evladınızın, ufacık bir çocuğun övgüsünden ne kadar mahcup olmuştunuz. Hiç unutmam o anı sizin mahcubiyetinizden ben de mahcup olmuştum.
Bir de sevgi dolu yüreğine hayran kalırdım. Bu kadar sevgi nasıl sığıyor bir kalbe, çocuk aklımla hayret ederdim. Bazen arkadaşlarımız gelirdi evimize, onlara çok değer verir sanki büyük birisiyle konuşuyormuş gibi sohbetler ederdin. Arkadaşlarımız gıpta ederdi senin halinin zarafetine, sohbetlerinin tatlılığına ne kadar şanslısınız böyle harika bir babanız var derlerdi. Çoğu zaman arkadaşlarımıza ve bize güzel hediyeler alarak sevindirirdin.
En büyük zevklerinden birisi idi başkalarını sevindirmek, dertlerine ortak olmak, sıkıntılarını gidermek. Fakat bakışlarında her zaman bir hüznü gizlerdin. Rabbine olan hasretin, Rasûlüne sevgin, anacığına özlemin gözlerine bu hüznü yerleştirmişti sanki. Yine de öyle güçlüydün ki sırtımızı yasladığımız sarsılmaz yüce bir dağ, Ruhumuzu ısıtan sımsıcak güneş, gönlümüzü dinlendiren engin bir denizdin. Seni kaybedebileceğimizi düşünmek bile istemezdik. Ahirete senden önce gitmeyi arzulardık, öylesine ağır gelirdi ki yüreğimize seni kaybetmek düşüncesi, ruhumuza derin acılar salardı.
Duygulu, vefalı insanları çok severdin, senin yüreğin de çok rakik ve hassastı. Evlatlarını, torunlarını ah benim merhametli, şefkatli yavrularım diye sever taltif ederdin. O kucaklayıcı sıcak sesin ölünceye kadar kulaklarımızda baki kalacak, son nefesimizde şefkatli ellerini alnımızda hissedeceğiz belki de. Ya hastalandığında kuşandığın sabrın ve tevekkülün bize güzel bir örnek olmakla beraber derin acılara da gark etmişti aynı zamanda. Hasta yatağında da yine bizleri sen teselli ediyordun büyük bir metanetle. Oysa biz hastalandığımızda nasıl da telaşlanır “Ah yavrularım kendinize hiç bakmıyorsunuz.” diye sitemler ederdin.
Hayatımızın her anını dualarla, sevinçlerle süslediğin gibi, hastalığında da evlatlarına torunlarına ne güzel dualar ederdin. İçli niyazların ruhumuzun en gizli köşelerini doldurmuş yüreğimiz bu hüznü taşıyamaz olmuştu. İşte böyle anlarda odanı tarifi imkânsız güzel kokular kaplar, tatlı bir meltemle beraber manevî ziyaretçilerin varlığını hissederdik. Bazen bu ziyaretçilerden sende bahsederdin. Abdül Hakim Arvasi, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayramı Veli, Hasan el-Benna, Sahabeyi ikramdan bazı büyüklerin ziyaretini anlatırdın. Bütün bu lütuflara rağmen bizler senin kadar sabırlı metanetli olamadık. Gizli gözyaşlarımızı fark edip, sen bizi teselli ettin.
Bütün hayatın boyunca olduğun gibi hastalığın sırasındada kimseyi incitmemeye özen gösterdin, bize ikramlarda bulundun, doktorların yasak etmesine rağmen, bütün acılarına rağmen, ziyaretçileri kabul etmemizi istedin. En ufak hizmetimizi büyük dualarla ödüllendirdin. Ömrümüzden ömür vermek istememize rağmen, ellerimizden bir yıldız misali kayıp gittin. Bizleri, yetim gönüllerimizi mahzun, evlerimizi ıssız bırakıp gittin. Rızasını kazanmak için uğrunda türlü çilelere katlandığın Rabbine, kalbini sevgisiyle doldurduğun, kendine rehber edindiğin O’nun sevgili Habibine, çok değerli anneciğine ve babana kavuştun. İnanıyoruz ki bizler seni göremesek de sen bizimle berabersin sesin hâlâ kulaklarımızda, tebessümün gönüllerimizde. Bu fani dünyada bizleri şefkat kanatlarının altında topladığın gibi mahşerde de Rasulullah’ın sancağının altında toplanmamıza vesile olacağına inanıyoruz inşallah.