Çanakkale Savaşından Çarpıcı Örnekler

Çanakkale Savaşından Çarpıcı Örnekler

İnsanlık tarihinde eşine rastlanmayan ve rastlanamayacak olan Çanakkale savaşına centilmenlik savaşı dense yeridir. Öyle ki kendi siperinden yanlışlıkla düşman siperine geçeni, usulca geri döndürmek, savaşırken birbirlerine el sallamak, birbirlerine yiyecek, sigara atmak, ıslıklamak, bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmak, birbirinin yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın olağan sahnelerindendi. (Arıburnu 1915; Haluk Oral) Öte yandan 200 binden fazla insanın öldüğü, bunun iki katının yaralandığı bir savaşa ne kadar ‘centilmenlik’ denir oda tartışılır.

Her türlü teknolojik donanıma sahip düşman birliklerine karşı, tam tersine zorluklar içerisinde bulunan Osmanlı Ordusu. Karşı tarafın her türlü savaş malzemesindeki ezici üstünlüğünü, Osmanlı askeri metaneti, sebatı ve fedakârca akıttığı kanıyla dengelemek zorundaydı… Kendisinin yerini hemen başkasının alması, bir an olsun bile dinlenmesi mümkün olmayan Osmanlı ordusu… Buna mukabil, düşman askeri ise yalnızca üç gün ön hatlarda savaşıyor, sonra onun yerini başka bir asker alıyor, birkaç gün yedekte kalıyor ve nihayet kendini toplayıp iyileşsin diye adalara naklediliyordu. Osmanlı Ordusunun en büyük avantajı; imanının dışında, savunma savaşı yapmaları ve araziyi bilmeleri…

SAVAŞTAN İLGİNÇ ÖRNEKLER

A – İngilizlerin bin bir türlü hilelerine rağmen “Anzak”* askerleriyle bizim askerler arasında hayli güzel ilişkilerin meydana geldiğini de bilmeliyiz. Bu konuda Kitaplarımızda bir hayli örnek mevcut. Bunlardan bazılarını aktaralım. Anzak askeri anlatıyor: “Çanakkale’de bulunduğumuz günlerde, bir gün bizim dini bayramımızdı. O günü neşe içinde eğlenerek geçirmek istiyorduk. Ama harp halinde bulunduğumuz için bunu imkânsız görüyorduk. Son çare olarak, Türklere bir elçi gönderip onlardan bugün olsun ateş açmamaları için söz aldık. Ama hile olup olmaması konusunda kuşku içindeydik. Bununla beraber eğlencemize devam ederken, bize Türk tarafından hediyeler gönderildiği haberini alıp, elçiyi kabul ettik. Bize adına ‘ayran’ dedikleri içeceklerini göndermişlerdi. Türklerin bu hareketi beni son derece duygulandırmıştı.”

B –Ya şu örnek; “… Karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı silahını yere attı. Kollarını açtı. Sonra kendine güvenen tavrıyla yavaş yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle, hiç kimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış, cesur Türk askerini hayranlıkla seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı. Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük. Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.”

C- Bir başka örnek daha: “Karaya ayak basmak üzereyken pantolonum kan içindeydi. Halsiz ve bitkindim. Tam o esnada tüfeğine süngüsünü takmış bir Türk askerinin bana doğru hızla koşarak geldiğini gördüm. Güçlükle sahile çıkabildim. Kurtulmuştum ama bana doğru gelen askerin süngüsünden nasıl kurtulacaktım?… Türk askeri yanıma yaklaştı. Yere diz çöktü. Cebinden çıkardığı sargı beziyle yaramı sardı. Sonrada sırtından kaputunu çıkardı, titreyen ıslak vücuduma örttü. Üzerimize yağan mermi yağmuruna rağmen hiç aldırış etmeden koluma girdi. Yavaş yavaş geriye yürüdük. Türk siperlerine yaklaştık. Beni orada da iyi karşıladılar. Türkler bana sıcak çay ikram ettiler…” (Öteki Tarih; Ayşe Hür)

D- Bir diğer örnek: Yapılan bir hücumdan kısa bir süre sonra 3.855’i şehit olmak üzere 10.000 kayıp verilir. Cesetlerin kokması ve bazı yaralıların inlemelerinden hareketle ateşkes kararı alınır… Yaşı altmışı geçmiş Avustralyalı bir subay da alanda dolaşmakta ve kısa cümlelerden ibaret emirler vermekte. Üzgün gözleri Türk şehitlerinin üzerinde dolaşırken muhtemelen 40 yıl öncesini hatırlamaktadır. Elindeki fotoğraf makinesine de ilgi duyan Türk subayları yaklaşır yanına. Duraksarlar; yaşlı doktorun göğsünde bir sürü Osmanlı nişanının kurdelesi vardır: Mecidî, Osmanî ve bir de eski bir harbe ait bir Osmanlı madalyası. Türk subaylar üzgün ve öfkeli bir sesle kendi aralarında mırıldanmaya başlarlar:

– Kim bilir hangi şehidimizin madalyalarıydı bunlar? Kimin üzerinden aldılar acaba?

Yaşlı doktor konuşmanın geldiği tarafa döner. Üzgün, yorgun ama gururlu bir ses ve aksanlı bir Türkçeyle konuşur.

– Kimseden çalınmadı onlar. Plevne muhasarası sırasında Gazi Osman Paşa’nın yanında savaştığım için taktılar onları göğsüme.

Böyle bir açıklamayı beklemeyen Türk subaylar ürperirler. Doktora daha bir yaklaşarak bakarlar. Hem yaşlı doktorun hem de subayların gözleri dolmuştur. Kırık dökük birkaç cümle daha konuştuktan sonra subaylar yaşlı doktorun elini öpmek isterler. Olup bitenler iki tarafta da şaşkınlıkla seyredilmektedir… Bu yaşlı Doktor Plevne Savaşında Osmanlı askerlerinin yaralarını saran Charles S. Ryan. (Arıburnu 1915; Haluk Oral) Tarihin cilvesine bak ki bu seferde, Çanakkale’de Birleşik kuvvetler adına savaşa katılır…

E– Yeni öğrendiğim bir başka hatıra; ‘Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi… / Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…’ Mehmet Akif bu dizeleriyle tarih içinde bir benzerlik kurarken, bizde unutulmuş bir gelenekten bahsedelim: Osmanlı askerleri ‘Ashab-ı Bedir’namıyla yazılı, içinde Bedir savaşına katılan Müslümanların yazılı olduğu kitapçığı üzerlerinde taşırlar.  Başka savaşta böyle bir iş yapıldı mı bilmiyorum ama burada kullanıldığı muhakkak. Belki de Akif böyle bir benzetmeyi bundan dolayı yapmıştır. Çünkü bu durumun kendilerine cesaret vereceğine inanıyorlardı. Çoğunluğu el yazma bu kitapçığa bugün nadirde olsa rastlamak mümkün.

F– Bir başka örnek: ”İngilizler Avustralya’nın her yerinden bu savaş için asker toplamaktadırlar. Bunu haber alan Molla Abdullah ve Kul Muhammed hemen askerlik şubesine giderek askere yazılmak istediklerini söylerler. Yetkililer bunu kabul etmezler.

-Siz Osmanlısınız, derler.

Tüm ısrarlarına rağmen olumlu bir cevap alamazlar. Israrın artması üzerine Avustralyalı yetkililer, daha fazla ısrar etmemelerini, yoksa kendilerine savaş esiri muamelesi yapılacağını söylerler.

Molla Abdullah ve Kul Muhammed bu tavır karşısında yıkılacak ve teslim bayrağını çekecek insanlar değillerdi. Hemen o gece neredeyse sabaha kadar neler yapacaklarını konuşurlar. Evet, ülkelerine gidemiyor, düşmana karşı oralarda vatan müdafaası yapamıyorlardı. Fakat bu, kesinlikle düşmana karşı hiç duramayacakları manasına gelmezdi. Mademki bu topraklardan çıkmalarına müsaade edilmiyordu; öyleyse bu mücadeleyi bu topraklarda vereceklerdi. Kul Muhammed çok iyi silah kullanıyordu. Molla Abdullah da birkaç gün süren sıkı bir eğitim sonrasında gayet iyi bir duruma geldi. Ellerinde avuçlarında ne varsa silah ve cephane alımına verdiler. Artık harekete geçme zamanı gelmişti. Her gün vagonlar dolusu insan askere alınıyor ve trenlerle limanlara sevk ediliyordu. Bulundukları kentin yakınındaki Broken Hills dağının yanından da bir tren yolu geçiyordu. İşte tam bu trenin geçtiği boğaza mevzilenecekler ve düşman askerlerinin geçmesine engel olacaklardı.

1 Ocak 1915 günü bütün hazırlıklarını tamamlamış olarak burada mevzilendiler. Aynı gün içinde binden fazla askerin bulunduğu bir tren buradan geçecek ve limana sevk olunacaktı. Tren boğaza girdiği zaman makinist şaşırdı kaldı. Çünkü rayların üzerinde küçük bir dondurma arabası duruyordu. Arabanın üzerinde ise kırmızı beyaz bir bayrak dalgalanıyordu. Tren durmak zorunda kalmıştı. Trenin etrafında onu koruyan atlı birlikler tepeden aynı renkte bir bayrak daha dalgalandığını gördüler. Tam oraya doğru silahlarını doğrultmuşlardı ki birden trenin üzerine doğru bir kurşun yağmuru başladı. İçinde onlarca ölüyle beraber tren geri dönmek zorunda kaldı. Hemen bölgeye güvenlik birlikleri gönderildi. Onlar yetersiz kalınca askeri birlikler sevk olundu. Fakat gelen her birlik orada çakılıp kalıyor bir adım bile ileri gidemiyorlardı. Yeni getirilen takviye birlikler değişik yönlerden bu kahraman insanları çembere almaya çalıştılar. Kendileriyle çarpışan kuvvetlerin en azından bir tabur olduğunu düşünüyorlardı. Saatler geçmişti. Çarpışmanın iyice şiddetlendiği bir anda Kul Muhammed şehit edildi. Molla Abdullah hala direnmeyi sürdürüyordu. Derken iki kahraman insanımızın bulunduğu yerden hiç ses gelmez oldu. Avustralyalı askerler yavaş yavaş yaklaştılar. Bir de baktılar ki kan içinde kalmış ve silahlarına sıkı sıkıya sarılmış iki kişi birer kayaya yaslanmış olarak yatıyorlar. Onları asıl şaşırtan sadece iki kişiyle karşılaşmaları oldu. Halbuki onlar en azından 50 civarında bir insan topluluğu ile savaştıklarını sanıyorlardı.

İki şehidimizin naaşlarını, silahlarını ve arabayı alarak şehre götürdüler. Korkularından başka Türk var mı diye aramalar yaptılar. Molla Abdullah’ın üzerinden: “Bu yaptığımızı Allah ve Sultanımız adına yapıyoruz. Cihadımız Hakk yolunadır. Ne yaptığımızı bir biz bir de Allah biliyor.” Yazılı bir kağıt parçası çıktı. Avustralya’da haftalarca şehitlerimiz ve onların cesetleri konuşuldu.

Bu hadise Avustralya tarihine ‘Broken Hills Savaşı’ olarak geçti. Bu iki şehidimizin mezarları bilinmiyor ama arabaları, silahları ve bayrakları bir müzede saklanıyor. Siper olarak saklandıkları kayalara da “Türk Kayası” denmektedir. (Çanakkale Savaşı ve Gezi Rehberi; Talha Uğurluel)

G – YARADAKİ BİR TUTAM OT.

Fransızlar, Çanakkale savaşlarınada çok ağır kayıp vermişlerdir. Kirte savaşlarında sağ kolunu kaybeden bir Fransız subayı bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:

“Biz Fransızlar, Türkler gibi mert bir millet ile savaştığımız için övünebiliriz. Şiddetli bir süngü harbinden sonra  savaş alanını dolaşırken, bir Türk neferinin kendi gömleğini yırtarak, bir Fransız askerinin yarasını sardığını gördüm.

-Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun? Diye sordum. Mecalsiz Türk askeri şu cevabı verdi:

-Bu asker yaralanınca, cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı… Herhalde resimdeki annesi olacktı. Benim ise kimsem yok, o kurtulsun annesinin yanına dönsün istedim.

Bu asil davranış karşısında gözyaşlarımı tutamadım.  Bu esnada emir subayım Türk askerinin yakasını açtığında, gördüğüm manzara karşısında yanaklarından sızan yaşlarımın donduğunu hissettim. Çünkü Türk askerinin göğsünde bzim askerden daha derin bir süngü yarası vardı ve bu yarasına bir tutam ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler.’’

Hayatta bazı zaman dilimleri vardır ki farklı dile farklı lisana sahip insanlar sadece duyguları ile anlaşırlar. Anne sevgisi dsünyadaki en  değerli sevgilerden biridir. Anneler dünyanın her yerinde aynıdır. Ana yüreği hep aynı yanar. Dünya belki de annelerin mutluluğu kadar mutlu olabilir.

Ğ – AZİMLİ, KARARLI, MERT VE FEDAKÂR.

Diyarbakır’ın fakir bir köyünden gelen Kürt Memo Temmuz sıcağında bile  sırtından çıkarmadığı kırk yamalı kaputu ile savaşıyor.  Bir gün Yüzbaşı Mehmet’e kaputu çıkarmasını artık yaz geldiğini söyler. Ama Memo ‘’ Böyle iyiyim kumandanım, bu kaputun her yaması şehit kardeşlerimin elbisesinden alınmadır, beni hem gavurdan hemde soğuktan koruyor der.’’

Yüzbaşı “Hava ısındı, hem yaz günü kaputla savaşılmaz ki’’ diye üsteler.

“Ziyanı yok kumandanım, siz gönlünüzü ferah tutun ben böyle daha iyi savaşıyorum’’ diye cevap verir Memo.

Fakat Yüzbaşı Memoyu çözememiştir. “Çıkar oğlum sen de arkadaşların gibi elbiseyle savaş’’

“Müsadenizle kalsın kumandanım’’ cevabı yüzbaşıyı sinirlendirmiştir. Memoya çıkışarak “Çıkar dedimmi çıkaracaksın. Ben senin kumandanınım.’’ Memo kurtuluş olmadığını anlayınca, kumandanına fısıltı tonunda bir sesle sırrını açıklamak durumunda kalmıştır. “Kaputu çıkarırsam cıbıldak kalırım; çünkü bunun içinde hiçbir şey yok’’

H- EZİNELİ YAHYA ÇAVUŞ.

25 Nisan 1915 günü İtilaf Kuvvetleri Ertuğrul Koyu’na çıkarma yapmaya başladıklarında karşılarında “Tam bir takım ve Yahya  Çavuşu’’ buldular. Siperlerine tamtamına 4650 adet top mermisi düşen Yahya Çavuşu buldular.

Tepelerin vadilere, vadilerin tepelere döndüğü o cehennemî bombardımanda ölmenin daha kolay olduğu bir gündü.

Yahya Çavuş takımı 22 Nisan akşamı Seddülbahir’e gelirler. Sayıları 45 yada 83 tür. Görevleri Ertuğrul koyuna çıkacak düşman askerini olabildiğince oyalamaktır.Makineli tüfekleri yoktur. Topları ise söz konusu bile değildir.

Sabah erkenden şiddetli bombardıman ile Yahya Çavuş ve takımının siperleri bombardımana tutulur. Bu yoğun atış altında 45 kahraman siperlerine gömülmüş düşmanın çıkarma yapmasını beklemektedir. Nihayet düşman artık hiçbir canlının kalamayacağı zannına ulaştığında karaya çıkarma yapmaya başlamıştır. Sabahtan beri çavuşlarının gözünün içine bakan kahramanlar bekledikleri ‘’ateş’’ emrini almaları ile beraber  düşman askerinin üzerine ateşe başlarlar.

O gün tam on kat düşman askerini, 12 saat yerlerine mıhlarlar. Bu ‘isabetli’ ve ‘Stratejik’  ateş ile bir çok İngiliz subayı hayatlarını kaybetmişlerdir. İtilaf kuvvetleri ilerliyebilmek için diğer subaylarını ön saflara göndermek durumunda kalmışlardır.

O gün Yahya Çavuş akşam vakti batıdan Aytepe’nin düşman tarafından ele geçirilmesi üzerine geri çekilir. Ancak takımdan geriye sadece üç kişi kalmış ve artık düşman kendi bulundukları siperlerin gerisine sarkmış onları arkadan sarma durumu ortaya çıkmıştır. Yapılabilecek – geriye çekilmekten başka- hiçbir şey kalmamıştır. Yahya Çavuş bacağından yaralı olarak iki arkadaşı ile birlikte komutanına durumu arz eder.

Yahya Çavuş iyileince tekrar cepheye döner. İddialara göre Kerevizdere, yada Kirte çarpışmalarında şehit olur.

Her millet kendi kahramanlarını çıkarmak ister. Bu gün A.B.D dünün sığır çobanlarına ‘Kovboy’ ünvanı vererek gençliğin önüne kahramanlar olarak çıkarma çabasında. Yada film setlerinde -Rambo gibi- sahte kahramanlar oluşturulmaya çalışıyor. Bir de gerçek kahramanlar vardır. Onlar görüntü olsun diye değil, arkalarından “aman ne yiğit adamdı” desinler diye hiç değil, sadece vatan, millet, din ve namus gibi kavramların savunulması gerektiği için maksimum fedakarlık yaparak gerçek kahramannlığa ulaşanlardır. Sadece Çanakale’de Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Nusrat Mayın Gemisi Kaptanı Hakkı Bey, ve binlercesi bulunmaktadır.

ÜÇ ŞİİR BİR YORUM

Şiir, dürüstlük üzerine yükselebilen bir sanattır. Şairin kalitesi, ait olduğu topluluk ve toplumun ortak hissiyatını içsel veya dışsal bir üslupla duyurabilmesindedir. Aşağıda şiirlerinden birbiriyle ilişkili alıntılar yaptığımız Arap, İngiliz-Amerikalı ve Türk şairleri kendi kuşaklarının en kaliteli ve dürüst şairleri arasındadır. Üçü de aynı savaşın kendi toplumlarında nasıl yansıdığını yüksek bir dürüstlük derecesiyle ifade etmektedirler. 

***

Kardeşim!

Savaşın ardından şayet

Şarkı söylerse bir Batılı

Yaptıklarıyla doldurup ağzını

Kutsallaştırırsa ölenlerinin anısını

Tersine sen değil benim gibi,

Ve yüceltirse kahramanlarının yiğitliğini;

Sen galip gelenler için ne şarkı söyle

Nede boyun eğenlere oh olsun de;

Sessizce, kanayan ürkek bir kalple,

Ağlayalım ölülerimizin talihine!

  Mihail Nuayme

***

Öldüler, vatan için

Ne hoştu ölmek ama

Ne de güzel! 

Yürüdüler dalgın, cehenneme

Eskilerin yalanına inanarak

Döndüler eve, eve bir yalana

Eve, her türlü hile ve desiseye

Eve, eski yalanlarla yeni rezilliklere

Orda öldü on binlerce adam

Ölenler en iyilerdi üstelik

Dişsiz ihtiyar bir facire için

Kaba saba bir medeniyet için

  Ezra Pound

***

Asım’ın nesli… diyordum ya nesilmiş gerçek

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek,

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar…

O rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz anlından uzanmış yatıyor;

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

  Mehmet Akif Ersoy

***

Arap şairi hangi tarafta olduğu konusunda kararsızdı. Amerikan şairi de Müttefiklerin savaşını bir yalan olarak tasavvur ediyordu. Türk şairi ise vatan uğrunda can veren şehit nesli yüceltmektedir.

Aradaki farklar belirgindir. Bir taraf her halükarda mağlup olduğu bilinci içinde savaş geçeğinden ve savaşan taraflardan kaçma, gayrı şahsi bir acıya, ağıda sığınma yolunu seçerken diğeri savaşın galibi sayılan neslin kendi ülkelerinde nasıl bir çelişkiyle, ne türden bir iki yüzlülükle karşılaştıklarını duyurma endişesi içindedir. Üçüncü ve asıl taraf, yani Türk tarafı ise sonuna kadar meşru ve dahası farz saydığı bir şeyin, vatan savunmasının övücüsü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Arap şairi, tarihsel olarak yanlış kararlar vererek, yanlış tarafta yer alarak kendi halklarını güç durumda bırakmış, zulme konu olmalarına neden olmuş yöneticilerinin, suçunun vicdanı olarak kürsüye gelmektedir… Arap şairinin dürüstlüğü, sonuç olarak suçluluğun şiirini yazmasına neden olmaktadır.

İngiliz – Amerikan şairi, Müttefiklerin kendi milletlerine savaşı olduğundan başka türlü göstermesini hazmetmemekte ve savaşa sürülen genç neslin bu amansız çıkar kovalamacası yüzünden canını, değilse değerini yitirdiğini gözler önüne sermek istemektedir… Şairin “kaba saba bir medeniyet” ve “dişsiz ihtiyar bir facire” ibarelerini kullanması daha da bir anlamlı gelmektedir. Tıpkı Tevfik Fikret’in“facire-yi dehr”, Akif’in “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” tarzına şaşırtıcı bir şekilde yakındır.

Türk şairi Mehmet Akif Ersoy ise, sorgusuz sualsiz vatanı için şehit olan nesli en yüksek teşbihlerle övmekte ve bu övgünün bile yetmediğini söylemektedir… Ona göre bu savaş kendi medeniyetini başkasına dayatma değil, milli varlığını ayakta tutabilme mücadelesiydi… Yüz binlerce askerimizin ve vatandaşımızın şehit düşmesi pahasına Türkiye bizlere vatan oldu… Çanakkale’de şehit düşen askerlerimizin yüceliğini ifade etmekte Akif’e nasip oldu. Şehitlerimiz gibi Mehmet Akif’te nur içinde yatsın. (Destan ve Abide Çanakkale; Kültür ve Turizm Bakanlığı; 2005)

*Anzak: Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerine verilen ad.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.