BİZİM DAĞIN YILDIZLARI NEDEN SÖNMÜŞ?

Bâzan çocukluk günlerimi, (ellili yılları) düşünüyorum da zihnimde acı-tatlı, ferahlatıcı-can sıkıcı, parlak-sönük nice hatıralar canlanıyor. Bunlardan insanlığa bir şeyler vereceğini tahmin ettiklerimi arzetmeye çalıştım bu yazıda.
Çocukluğumuzda günlük hayat (senenin tamâmında) erken başlardı. Erken yatıp erken kalkmak vaz geçilmez bir âdetti.
Sabah ezanı günün başlangıcıydı. İstisnâları olmakla beraber, genelde namazdan sonra işe dağılınırdı. İşe giderken veyâ evden çıkmadan az-çok bir şeyler yenirdi. Meselâ, üzerine tereyağ sürülmüş bir iki dilim ekmek en pratik olanıydı. Bir müddet (iki-üç saat kadar) münâsip bir işte çalıştıktan sonra aile tekrar toplanır, dört başı mamur bir sabah kahvaltısı yapılırdı. Kahvaltıda çay-peynir değil, çorba-höşmelim süt veya pekmez yenirdi. Höşmelim mısır unundan yapılmış bir nevi börek idi. Çok lezzetliydi. O yıllarda mısır çok ekilir, bir sene boyu hemen her evde bulunurdu.
Akşamları vaktinde yatılırdı. Sabahleyin erken kalkılacağına göre, “saat on yatağa kon” formülü uygulanır, bire-ikiye kadar uyanık kalınmazdı. Herkes yorgun olduğundan gözü yatakta olurdu. Yaz aylarında o kadar yoğun işimiz olurdu ki, başımızı kaşıyacak vaktimiz olmazdı. Gecelerin kısa olduğu bu mevsinmde uyku gözlerimizden akardı.
O günlerde ilme-âlime, hocaya saygı duyulurdu. Hoca herkesten üstün kabûl edilir, sözünün üstüne söz konmazdı. Yalnız hoca gerçekten bir değer olduğunu ispatlamalıydı.
“Bin dokuzyüz kırklı yıllarda” dedi, seksen yaşını aşmış olan Ali Buruk “Köyümüze bir hoca geldi. Mevsim ekim dikim mevsimiydi. Cemâate güzel bir ders yaptı. Ağırlıklı bir hocaydı. Yardım etmek istedik, “ben sâil (dilenci) değilim, benim size yardım etmem gerekir” dedi. Çıkardı, oradaki yoksul bir misâfire bir miktar para verdi. Evinde misâfir bulunduğu Hacı İbrahim’e de verdirdi.
Biz, köy olarak hocanın peşini bırakmadık. Hoca nereye biz oraya. Hem hocanın hizmetini görüyor, hem de anlattıklarından bir şeyler kapmaya çalışıyorduk. Hoca bu alâkadan çok memnûn kaldı ve şöyle dedi: “Bu köye bir günlüğüne gelmiştim, proğramımda başka köyler de var, ama sizin ilgi ve alâkanız beni çok memnûn etti. Üç gün buradayım.”
Biz işi-gücü, çifti-çubuğu bıraktık. Hocanın konuşmalarını pür dikkât dinliyorduk. Bir cümlesini bile kaçırmamaya çalışıyorduk.
Üç gün sonra, köy halkı, hep berâber hocayı uğurladık. Sonra bu değerde bir hocayı köyümüze imam tutmak istedik. Derebey (Rızâ Çetin) çok fakir olmasına rağmen bir tarla bağışlayacağını söyledi. Diğer komşular da her fedâkarlığa hazır olduklarını söylediler. Bu işi gerçekleştiremedik ama, o günlerin dinî ve ilmî heyecânı işte böyleydi.
Demirci Köylü Hâfız Ali’yi hoca tutmuştuk. Gayretli birisiydi. “Ali Efendi, Ali Efendi” diye çok hürmet ederdik. Padişah gibi bir ağırlığı vardı köylü yanında.
O günlerde köyde muhtarın, gençler arasında “delikanlı başının”, evde baba veya anne otoritesinin hatırı sayılır bir geçerliliği vardı. Bu otoriteyi aşmak kolay olmuyordu. Bu otoriteyi kullananlar aklı eren, adâletli, görgülü insanlar olursa, bu disiplin Allah’ın rahmeti olup çıkıyordu. İşler gâyet düzgün yürüyordu. Delikanlı başı bir kumandan edâsıyla dolaşıyordu gençler arasında.
Şu olay, sırası geldikçe hâlâ anlatılır.
Gençlere “gıncıraç” ağacı lâzım olur. Bu ağacın uzun, ince ve düzgün olması lâzım. Köy gençleri dört köy öteden Meyrem (Mîrân) dağından bu ağacı getirmeye karar verirler ve başkan refâkatinde giderler. Gidilen yer o günün şartlarında en az iki saat mesâfededir. Ağaç yaya ve omuzlarda getirilecektir.
Vakit gecedir. Ormancı korkusundan ağaç gece getirilecektir. Ali Artık isimli genç gruba yetişememiştir. İki saatlik mesâfeyi, gece vakti, tek başına, koşa koşa gider. Yakuplar Köyü’nde Kara Ramazan’ı bulur. O’nun rehberliği ile gruba ulaşır. Ramazan, “neden bu kadar telaşlı” olduğunu sorduğunda, “delikanlı başı beni ne yapar Ramazan!” diye cevap verir Ali Artık.
İlçe yolu üzerinde bulunan köyümüz, o günlerde, bilhassa kış mevsiminde misâfirsiz kalmazdı.Köy konağı ekmeksiz, odunsuz, samansız bırakılmazdı. Konak aksatılmaksızın sırayı takip ederdi. Kadın misâfirler evlere alınırdı. Konak sâhibi misâfirine varolandan ikrâm ederdi.
Âile geleneksel bir âileydi. Geleneksel âilede herkesin yapacağı iş, aşağı-yukarı bellidir. Yardımlaşmayla işler kolaylaştırılırdı. Âile içi yardımlaşma kâfi gelmezse, hısım akrabâya eşe-dosta mürâcaat edilirdi.. Köy, sanki herkesin herkese muhtaç olduğu, herkesin herkese yardım ettiği bir mekândı. Herkes alnının teriyle kazanır, elinin ekmeğini yerdi. Dolayısıyla köy, haramın sebep olduğu bozulmadan korunmuş olurdu.
Modern zamanlarda insanlar, mâlesef yanaşarak yaşamaya alıştırıldılar. Çalışma ahlâkının ve disiplinin olmadığı memleketimizde, bilhassa devlet sektöründe, insanlar hak etmedikleri kazanca kavuştular. Bu da hem sosyâl hayatta, hem de vicdanlarda derin yaralar açtı.
O yıllarda evimiz, köyümüz, insanımız mütevâzi idi. Tevâzûnun getirdiği bir kardeşlik hissi toplumu birbirine kaynaştırırdı.
Köy şartları insanları soğuğa-sıcağa alışkın hâle getirirdi. Köydeki insan en soğuk günde de, en sıcak günde de iş yapmak zorundaydı. Tarlasını sürmeli, davarını doyurmalıydı. Bu da, bir yanıyla ardı-arkası kesilmez bir spor, bir yanıyla da dayanıklılık ve pişkinlik demekti.
Yorgunluk bir sorun değildi. Hattâ bir araziden diğerine geçmek ruhlarda bir ferahlık, bir rahatlama meydana getiriyordu. Biz, o zor ve neşeli dönemlerde, küçük yaştan itibaren dana-buzağı, koyun-kuzu peşinde dolaşır,derelerden atlar, dağları aşardık. Yılanlarla boğuşur, köpeklerle savaşırdık. Yağmur-kar, yamaç-bayır, soğuk-sıcak, aydınlık karanlık umurumuzda değildi. Zor şartların insanıydık. “Çıtkırıldımlık” nedir, bilmezdik.
Bir mülkiyet, bir sâhiplenme anlayışı da köy hayâtının getirdiği güzelliklerdendi. Bizim dağımız, bizim deremiz, bizim harmanlar, bizim arazimiz, bizim köyümüz vb. Malumdur ki, bizim olana daha bir itinâ ile davranmak fıtrat gereğidir.
Radyo ve televizyonun olmadığı, kitabın defterin pek bilinmediği günlerde şifâhi kültür oldukça yaygındı. Çocukluk dönemlerinde masallar, ileri dönemlerde esrârengiz olaylar çok rağbet görürdü. Köyümüzde Nâziye’lerin Emine diye sakat bir kız vardı. Bu kızın babasından kalma osmanlıca kitapları vardı. Belli zamanlarda köyün kadınları bu kızın başına toplanır, O’nu dinlerlerdi. Bu kız, kadınlara Güvercin, Kesikbaş, Hz. Ali’nin cenkleri, Muhammed Hanefî’nin Savaşları gibi dînî-destânî hikâyeler okurdu. Kadınlar, iki gözü iki çeşme, ağlar dururlardı.
Zaman geçti devir değişti. Şartlar köydeki insanı köyünden-kökeninden kopardı. İnsan toprağından sökülmüş ağaca döndü. Vaktiyle işi-gücü belirliydi, belirsizleşti. Bir köy dolusu tanıdığı vardı, yalnızlaştı. Hür bir kuş gibiydi kafeslere düştü. Yeşillikler içinde, engin mâvilikler altındaydı, beton zeminlere çakıldı.
O günler acısıyla-tatlısıyla,iyisiyle kötüsüyle gelip-geçti.
Gelen günler ne getirir, devran ne gösterir, ömrü olanlar görecektir.