Bir Toplumun Değişim Aynası

Gel-git olaylarını bilirsiniz. Geldiğinde en sert kayaları bile un ufak hale getirir. Ama gittiğinde ise sanki o kayaların feryadını işitirsiniz. Yalnızlıktan içine kapanmıştır, küsmüştür her şeye, bir kenarda öylece kalıverir. Bir an evvel kavuşmayı arzular o sevgiliye. Çünkü onda bulmuştur hayatı. Her ne kadar parçalansa da bütün zerrelerine kadar okyanuslara dalabilme özgürlüğünü onunla tatmaktadır.
İşte toplumların da tarihi böyle gel-git olayları ile doludur. Böyle toplumlara bir müjdeci bir uyarıcı geldiği zaman, o müjdeci ve uyarıcı denizler gibi taşar, kayalara aldırmadan, acı çığlıklar atarak kendini kayalara vurur da vurur, onları kendin de parçalar, yok eder. Ama sonunda okyanusa, gerçek özgürlüğe ulaştırır toplumları.
İşte tarihin altın harflerle yazdığı Mekke Şehri de yeri gelmiş küfrün merkezi, yeri gelmiş tevhidin merkezi olarak anılmıştır. Şirk ve zulmün kol gezdiği bu şehir, kendine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirme gayretinde olan bir uyarıcı ile tevhidin kalesi olmuştur. Rahmet esintileri esmiştir, O’nunla beraber. Öyle ki bu belde ve sakinleri, üzerinde doğan son Peygamber sallalahu aleyhi ve sellemin hatırına bağışlanmıştır.
Bir toplumun sosyal yaşantısını ve özelliklerini tanımanın en kolay ve aynı zamanda en sağlam yollarından birisi de, o toplumun içinden çıkan, kendi bağrından kopan birilerine sormanızdır. Gelin biz de Mekke toplumunun nasıl bir gel-git yaşadığını, nasıl bir girdaba girdiğini ve o girdaptan nasıl çıktığını, Tayyar lakabı ile meşhur olan, peygamberin sancağını yere düşürmemek için var gücüyle gayret gösteren, canını ortaya koyan, Mute kahramanı Cafer-i Tayyar’a, Cafer b. Ebi Talib b. Abdülmuttalib’e soralım. Bakalım Mekke toplumu nasılmış, canlı canlı O’ndan dinleyelim.
Mekkeli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki baskıları iyiden iyiye arttığı zamanlarda, Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Cafer b. Ebi Talib’in hicret etme isteğine olumlu yanıt vermiş ve maiyetindeki birkaç Müslümanla beraber Habeşistan’a hicret etmelerini söylemiştir. Habeşistan’a varan Cafer b. Ebi Talib ve yanındaki Müslümanlar, Habeş Kralı Necaşi’nin güven vermesiyle orada ibadetlerini yapmaya çalışıyorlardı. Bu arada Mekkeli müşrikler de boş durmayıp Amr b. As ve Abdullah b. Rebia’yı arkalarından onları teslim alıp gelmeleri için gönderdiler. Habeş Necaşisi’nin huzurunda, muhacirler ve Mekke heyeti arasında yüzleşme gerçekleşir. Cafer radiyallahu anh ile Amr b. As arasında geçen siyasi mülahazalar sonunda, Necaşi Hz. Cafer’e inandıkları bu dini anlatmalarını ister. Hz. Cafer b. Ebi Talib ise diğer muhacirlerle de istişare ettikten sonra heyete şu açıklamalarda bulunur:
“Ey hükümdar! Biz cahil bir millet idik. Putlara tapardık, ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik.
Akrabalarımızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi.
Allah bize, kendimizden, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik.
O peygamber bizi, Allah’ın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın tapına geldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti.
Doğru sözlü olmayı, emânete hıyanet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize emretti.
Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi yasakladı.
Allah’a eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabul ettik ve O’na îmân ettik. O’nun Allah’tan getirip bütün söylediklerine tâbi olduk.
Allah’a ibâdet ettik, O’nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik.
Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulüm ettiler. Bizi, dinimizden döndürüp, Allah’a ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulmettiler. Bizimle, dinimizin arasına girdiler ve bizi dinimizden ayırmak istediler.
Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himayene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız?” dedi.
Hz. Cafer radiyallahu anh’ın söylemlerinden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallalahu aleyhi ve sellemle Peygamberlik görevi verilmeden önce Mekke halkı tam bir zulüm içindeydi. İnsanların birbirlerine hayat hakkı bile tanımadığı, kimilerinin yiyip içip gezmekten başka bir şey yapmadığı; buna mukabil kimilerin ise ezilmekten, hor görülmekten başka bir işe yaramadığını hep beraber müşahede ediyoruz.
Peki, ne oldu da nasıl oldu da bu kadar zulmü üzerinde toplayan bir kavim sonradan Allah yolunda can veren, bütün malını, evladını kurban eden, ince, hassas, rakik kalpli insanlara, kurdu kuzuyu incitmeyen insanlara dönüşüverdi. Üzerinde dikkatle durmamız gereken yer, burası olsa gerek.
İki ucun ortasındaki gelişmelere bakınca şunu daha net görebiliyoruz ki aslında o Mekkeliler yine aynı Mekkelilerdi. Ama artık onlara hakkı hakikati anlatan müjde veren, uyaran bir peygamber gelmişti. Onlar artık eski Mekke halkı gibi yiyip içip hoyratça gezen, ezilenin ezildiği, kibirlenenin kibirlendiği, akrabalık bağlarının koparıldığı, sevgi, şefkat ve merhametin yok edildiği, adeta şirkin bayraklaştırıldığı o halk değildi. Canı uğrunda Allah ve Rasulü’nün emirlerine kayıtsız şartsız itaat eden ve ne yaptığını bilen insanlar haline dönüşmüşlerdi. Onların hidayete ulaşmaları için elinden geleni ardına koymayan bir peygamberleri olmuştu artık. Onlar ancak ve ancak şu ayetin gereğini yapmışlardı.
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Rasûlü’nün çağrısına uyun…” (Enfal-24)
Çağrıya uymuşlardı ama bu çağrı öyle kolay bir çağrı değildi. Uyulduğunda karşılığı cennet olan, Allahın rızası olan bir çağrı idi. Mekke ve toplumunu değiştirecek, zulümden adalete, kin, öfke kıskançlık, kibir gibi kötü huylardan, diğerkamlığa, sevgi ve saygıya, hürmete götürecek bir çağrıydı bu. Ama en önemlisi de bu çağrı, Mekkelileri şirkten tevhide götürecek bir çağrı idi.
Bu kadar büyük bir karşılığı olan çağrının karşısında elbette büyük bedeller ödenmesi gerekiyordu. İşte bu bedeli de yine tevhid aşısı olan Mekkeli insanlar ödüyordu. Peki, onlara bu bedeli gözlerini kırpmadan ödeten güç neydi? Nasıl olmuştu da bir gün önce Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimize kılıç çekenler bir gün sonra O’nun ve davasının yolunda kurban olabiliyordu. İşte gerçek sevgi, gerçek aşk, gerçek itaat bu olmalıydı.
Görüyoruz ki Mekke gibi şirkin kalesi olan bir yer, Peygamber Efendimiz’den sonra tevhidin kalesi olmuştu. O’nun mübarek sözleri insanların kalplerine bir cemre gibi düşmüş, en kırılmaz denen buzları bile eritip, kendinde yok etmişti. O ashabına karşı tevazu kanatlarını indirmiş, bir annenin yavrusuna şefkatinden daha da büyük bir şefkat ile bağrına basmıştı ümmetini. Nitekim bu şefkati Allah (cc) şöyle bildirmektedir:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe 128)
Allah Rasulü sallalahu aleyhi ve sellem ise bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen pervaneler, kelebekler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz.”(24 Buhari, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19.)
İşte tüm bunlardan sonra şunu müşahede edebiliyoruz ki Peygamberimiz sallalahu aleyhi ve sellem, içinden çıktığı şirk halkını, öncelikle tevhide çağırmış ve onların kalblerinde öyle bir iman ateşi yakmıştır ki bu ateş onların yıkılmaz denen şirk duvarlarını yerle bir etmiştir. Bundan sonra da bu bölge Peygamber Efendimiz’in sallalahu aleyhi ve sellem bitmez tükenmez sevgi şefkat ve merhameti ile kıyamete kadar şirkten beri kılınmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz, Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Bugün şeytan, artık bu beldenizde, ebediyen, kendisine tapılmasından ümidini kesmiştir. Fakat sizin önemsiz gördüğünüz şeylerde, kendisine itaat devam edecek, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakının!”
O halde bizlere düşen, bu vakitten sonra kendimizi ve toplumumuzu, Mekke halkı gibi temizlemek ve içimizdeki şirk ve cehalet kırıntılarını sanki Peygamber Efendimiz yeni geliyormuş gibi tam ve kesin bir şekilde atmaktır.
Bu yolda olan herkese selam olsun.