BİR ÖNERİ ve BİR BEKLENTİ

BİR ÖNERİ ve BİR BEKLENTİ

 Her öğretim yılının ilk dersi öğretmenlerin o sene okula gelen öğrencilerle tanışmasına vesiledir. Ben de, aynı şekilde isimlerini alırım ve adlarının anlamlarını sorarım fazla olarak.  İlginçtir bazı çocukların adlarının anlamlarını bilmedikleri görülür.  Onlara bildiğim kadarıyla açıklamaya çalışırım. Bilmediklerimi görev olarak veririm.

İsimler veriliş amaçları itibariyle büyük önem ifade eder. Yani anne baba çocuğuna verdiği isimle, isim verilenle beraber kendileri de önem kazanırlar.  İsim ve isim koyma konusunu başka bir yazıya bırakarak, Recep, Şaban ve Ramazan isimlerini hatırlayalım.  İnsanımız bu isimleri koyarken “üç aylar” ifadesine yüklediği anlamı belirtmiştir. Diğer ayların adlarını bilmeyenler bile “üç ayları” hiç unutmamıştır. Onların isimlerini çocuklarına vermek suretiyle de, çocuklarını manen daha güçlü kılmak istemişlerdir. Bilhassa bu aylarda doğanlara bu isimlerin verilmesi o aylarda doğmanın kutsiyetine de işaret eder. Ölüm de öyledir.

Her kutsal kavramın yozlaştırılması, içinin boşaltılması, önemsiz gösterilmeye çalışılması; dolayısıyla maneviyattan uzaklaştırılmasının amaç haline geldiği cumhuriyet sonrası anlayış, “üç aylar”dan her birinin isimleşmesini çok ilginç biçimde ortadan kaldırılmıştır. Şu anda “Recep, Şaban, Ramazan” isimlerinin konması ya da konmayışı, medya ve sinema tiyatro dünyasında bu isimlerin etrafında oluşturulan “komik, bayağı, değersiz tipler” ve bu isimlerle ilgili güldürücü sıfatların işlenmesidir.

Ben bu isimi taşıyan gençlere (Şaban tamamıyla bitmiş durumda) sorduğumda isimlerin duyulduğu söylendiği anda gülüşüldüğünü, alaysı bir tavır takınıldığını ifade etmişlerdir. Yani isimlerinden memnun değillerdir.

Kemal Sunal filmlerinde “Şaban”, Recep İvedik filmleriyle “Recep” ismi “ti” ye alınmış ve toplum nezdinde Recep ve Şaban isimlerinin konmaması sağlanmıştır. Aynı zamanda iki kelimenin kutsallığı da, anlam derinliği de yok edilmiştir. Şimdi kendimize soralım: Çocuklarımıza bu ismi koyalım mı?

Cumhuriyet sonrası, bize ait olmayan medya ve sanat (tiyatro, sinema, resim, edebiyat…) çok amaçlı çalışmanın içinde olmuştur. Hem Müslüman halkın inancını reddetmiş, hem de onun inancıyla ilgili kavram ya da terimleri gülünç ve alay konusu olacak şekilde kullanarak, gözden düşürmek istemiştir. Tanzimatla başlayan ve cumhuriyet sonrası ivme kazanan bu anlayış, hedefine de ulaşmıştır. “Görücü usulü evlilik, çok evlilik, tesbih, talak, sarık, cübbe, takke, Kur’an okuma, imam, çarşaf….” gibi dini motif, olgu ya da kavramların sinema, tiyatro, edebiyat dünyasında nasıl kullanıldığını hatırlayalım. “ Köyden şehire indirilen Güllü” nün önceki halini nasıl aşağılayıp, sonradan nasıl modernize olduğunu kızarak mı, gülerek mi seyrettik? Onun için, amaçlarına ulaştılar diyebiliriz.

İki ayrı dünyanın insanı olarak, bize ait değerleri küçümseyen hatta aşağılayan anlayışın “sanat” adına yüceleştirilmesi, devlet destekli olması, onların palazlanmasına sebep olmuştur. Bizim çocuğumuzun adıyla alay eden sinemaya tepki göstermeyişimiz bizi de suçlu yapmalıdır.

Hep denilegelmişti, bu sanat dallarının ihmal edildiği. Ama bu dalda, maddi imkânımız yok diye hayıflandık oturduk. Şimdi, hem insan (sanatkâr) hem de maddi imkân var. Müslüman zenginler kadar devlet de kendi insanına değer veren anlayışı buldu. O halde mazeret kalmadı. Peki, nerede tiyatromuz, sinemamız? TRT, insanları güldürmek için sığ diziler yerine, güldürürken de düşündüren, derinliği olan dizilerin ve filmlerin öncüsü olabilir. “Kuruluş, Küçük Ağa, Çözülme, Reis Bey, Bir Adam Yaratmak, 4. Murat…” gibi film ve diziler zor zamanlarda yaptırılmıştır. (Şaban Karataş ve Yücel Çakmaklı’yı rahmetle anıyorum.) Şimdi daha kolay değil mi? TRT’nin başındaki değerli insanla beraber, kendi insanın değerini bilen kadrolar bu sorumluluğu hissetmeli ve görevlerini yerine getirmelidir. Alternatif olmamalı bu çalışma, bize ait özgün bir çalışma olmalı. Bu konuda kendimize yeteriz.

İbrahim ÇİFTÇİ                          

 

Hissetmek,  duyarlı olmak çok güzel.  Dicle’nin kenarındaki kurdun kaptığı kuzuya, Açe Sumatra’da, Afrika’daki …  mazlum Müslümana duyarlı olmak, onun acısını hissetmek bir imani hassasiyet.  Bu hissiyatı, duyarlılığımızı dile getirmek, yazıya dökmek ve ”uyarıcı” lık yapmak görevlerimiz arasındadır. Ancak bunu yaparken de muhatabın Müslümanlar olduğunu ve belirtilen acıları en derinlerinde hissettiklerini unutmamalıyız. Hani imamlarımız hutbelerinde dışarda günah işleyenlere kızgınlıklarını Cuma’ya gelen cemaatten onları ‘haşlayarak’ çıkartırlar. Hâlbuki onlar Allah’ın bir emrini yerine getirmek için işlerini bırakarak camiye gelmişlerdir ve o günahları işlemiyorlar. Bu sebeple gerçekleri dile getirirken,  uyarıcılık yaparken, sohbet ederken muhataplarımızı düşünmeliyiz. Nebevî metoda dikkat etmeliyiz.

Mehmet Berat iki yazı göndermiş. Her iki yazıda da imani hassasiyet,  duyarlılık, bir şeyler yapamamanın sıkıntısı var. Bu çok güzel.  Bu aşkın, coşkunun, heyecanın yitirilmemesi daha da güzeldir. İlkadım okuyucularının bu yazıyı içlerinde çok şeyler hissederek okuyacaklarını ümit ediyor, bir yazısını yayınlıyor, yazara teşekkür ediyoruz…   (İ.Ç)

 

ŞEHADET İSTER MİYİZ?

Bize cihat diye bağırmayı öğreten büyüklerimiz acaba cihadı ve şehadeti hak edecek kişiler olmayı da öğretmiş miydi ya da en azından anlatmış mıydı? Bilmiyorum ama maalesef benim de içinde bulunduğum Müslüman gençler yığını cihadın slogandan öte eylem ve hayat olduğunu idrak dahi edemiyor.

Müslümanların saatleri şehadete kurulu olmalıyken Fatmagül’ün suçuyla Kurtlar Vadisi arasına ayarlanmış bir dizi saatimiz var. Belki de o yüzden bizim saatlerimiz hiç şehadet alarmı vermiyor ve geliyorum demiyor ve gelmiyor. Belki de o yüzdendir ölemediğimiz. Ve öldüremediğimiz dinimize, namusumuza, kıblemize, kardeşlerimize, el, dil… uzatanları.  O yüzdendir o yolda ölenlerin ölüler olmadıklarını, bilakis diri olduklarını anlamadığımız ve anlayamadığımızı anlamadığımız. O yüzdendir çok uyuduğumuz ve kendimizi çok çalışıyor zannettiğimiz.  O yüzdendir helal ve bereketli kazançla fazla ve kârlı arasındaki çizgiyi kaybettiğimiz.  Şehit olamadığımız o yüzdendir. Haram taşıdığımızdan midemizde, haram gördüğümüzden gözlerimizle ve haramları konuştuğumuzdandır dilimizle, haramlara olduğundandır hasretlerimiz, çalmamaktadır şehadetin vaktine zaten ayarlı saatlerimizin alarmı. Binilememektedir bir Mavi Marmara’ya. En azından bir Siyonist kâfirle karşı karşıya kalamamak ve uçamamak herkesin imrendiği makama, makamların sahibinin huzuruna.  Bir taş atamamaktadır bu eller zalimlere ve zulümlere ya da bir sapan taşı olamamaktadır.  En acıklısı kuşların peşinden koşması gereken çocuklar, minik elleriyle sapanlarındaki taşları insanlıktan bîhaber kılıksız, karaktersiz, şahsiyetsiz, şerefsiz, kâfir, zalim ve Allahın belasını en ağırından vereceği -inşallah- hainlere atmaktadırlar da biz hiçbir şey yapmamaktayız. Hala tıkınmaktayız, yemekler arası diyaloglar geliştirmekte istikrarla yürüyoruz ve mesafe kat ediyoruz.  Şehit olmak için dualar etmeye devam ediyoruz; dilimiz, midemiz, gözümüz ve hayallerimiz haramlarla müzeyyenken.  Mehmet  BERAT

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.