Bir Mesele Olarak Kadın ve İslam

Özelde ‘feminizm’ genelde ise kadın, son yılların en çok
tartışılan meselelerinden biri olmuştur. Kadınların haklarının korunmasını ve
kadınların maruz kaldığı eşitsizliklerden kurtarılmasını hedefleyen feminizm
hareketi ilk olarak Fransa’da ortaya çıktı. Çok kısa sürede pek çok ülkede yankılarını
buldu. 18. ve 19. yüzyıllardaki siyasi dalgalanmalar ve buna mukabil değişen
dünya sistemi kadın hakları meselesinin de başka boyutlar kazanmasına neden
oldu. 20. yüzyıla gelindiğinde, feminizm hareketi kadınlara; seçme seçilme
hakkı, sosyal hayata erkekle aynı oranda dâhil olabilme hakkı, çalışma, eğitim,
boşanma hakkı (herhangi bir hata aranmaksızın), kürtaj gibi pek çok hakkın
verilmesini sağladı.
Feminizm ve kadın meselesinin biz yani Müslümanlar boyutuna
geçecek olursak, İslam ülkelerinde “kadının” bir “mesele” olarak ortaya çıkması
feminist yaklaşımların zuhurundan önce gerçekleşmiştir. Batı’nın ‘Aydınlanma
Çağı’ olarak adlandırdığı sürecin devamı olan sömürgeciliğin temelini hiç
şüphesiz oryantalist faaliyetler oluşturmaktaydı. Batı’nın doğuyu sömürmesinden
önce bölgeyi tanıması için gönderdiği araştırmacılar görevlerini hakkıyla
yerine getirmişler ve bölgenin geçmişine ve bugününe hâkim olmuşlardı.
Bu hâkimiyetin de yardımıyla Batılı ülkeler çok kısa sürede pek
çok İslam ülkesini etkileri altına alarak bu ülkelerin hukuk sisteminin
yetersiz olduğunun ve değiştirilmesinin gerekliliğini vurguladılar. Bu hukuk
sistemi değişikliği ile hukuki düzenlemelerde önce kadının toplumsal statüsünü
değiştiren Batılı araştırmacılar daha sonra kadınların ezildiği ve kadın
haklarının ihlal edildiği sloganlarını öne sürerek bir anlamda ortalığı
karıştırdılar. Başka bir ifadeyle sömürgeyi önce zihinlerde gerçekleştirdiler.
Örneğin Fransa, Cezayir hukuk sisteminin aile hukukunda bazı
düzenlemeler yapmak istedi. Ancak Cezayir’in toplum yapısının biraz tutucu
olmasının da etkisiyle Cezayir halkı bunu kabul etmedi, bu yeni hukuk sistemine
karşı çıktılar ve Fransa bu hukuki düzenlemeden vazgeçti. Bir yıl sonra Cezayir
kendi iradesiyle Fransa’nın yapmak istediği hukuki düzenlemeleri yaparak aile
hukukunda değişiklikler gerçekleştirdi. Benzer örnekler, Mısır, Endonezya ve
Tunus gibi pek çok İslam ülkesinde yaşandı.
Bu sömürge faaliyetlerinin doğal bir sonucu olarak Müslümanlar
kadın-erkek münasebetleri ve kadının toplumsal statüsü gibi meseleler üzerinde
düşünmeye başladılar. Bu tartışmaların içeriği ve tartışmalarda kullanılan
terimler Batı’dan alınan terimlerdir. Bu tartışmaların sonucunda temel olarak
üç tutum ortaya çıkmıştır.
Bunlardan ilki; İslam’ın kadına çok büyük bir değer atfettiği,
İslam düşüncesinde kadının bir problem olmadığı yahut kadınlarla ilgili bir
problem olmadığı, aksine bu problemlerin sözde kadın hakları savunucusu Batı’da
olduğu düşüncesini savunanların tutumudur. İkincisi, İslam toplumlarında
kadınların ezildiğini, kadının hak ettiği değeri görmediğini ve ataerkil toplum
yapısında kadının ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü iddia edenlerin
tutumudur. Üçüncü tutum ise modernizmin kadına verdiği özgürlüklerin İslam’da
zaten var olduğunu savunan, alternatif bir feminist hareket olan “İslamcı
Feminizm”dir.
İslamcı Feminizm, Şerif Mardin’in dediği gibi onların yani
Batı’nın bize bakmasından yola çıkarak kendimize bakmamızın bir ürünüdür. Batı’nın
Müslümanlarla ilgili eleştirilerine bir cevap niteliği taşımaktadır. İslami pek
çok meselenin yeniden yorumlanması gerektiğini savunan bu hareket İsmail
Kara’nın da ifade ettiği “Hem Batılılaşalım hem de Müslüman kalalım”
anlayışının doğal bir sonucudur. Bu hareketin savunucuları, İslam’ın yeniden
yorumlanmasını, hadisler ve Kur’an-ı Kerim’de “erkek egemenliği”nin yer aldığı
söylenen kısımların yeniden değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu
hareketin savunucularından biri olan Âmine Vedüd’ün Cuma namazı kıldırması,
İslamcı Feminizmin pek çok Müslüman ülkede yankı bulmasını sağlarken İslam ve
kadın tartışmalarını da beraberinde getirdi.
İslam tarihinin adeta yanlış değerlendirmelerle dolu bir tarih
olarak anlaşılmasına sebep olan bu yaklaşımı kabul etmek mümkün değildir.
Kadınla ilgili tartışmaların bize yansımasında olduğu gibi hemen hemen bütün bu
yaklaşımlar yukarıda da değindiğimiz gibi Batı’nın bize bakmasından yola
çıkarak kendimize bakmamızın bir ürünüdür. Meselelere olan yaklaşımlar, metodolojiler
bize ait olmayınca meselelerin hakiki anlamda değerlendirilmesi de mümkün
olmamaktadır.
Yaklaşık olarak 18. yüzyıldan itibaren kadın, küreselleşme ve
modernizm kıskacında adeta bir probleme dönüşmüştür. Feminizm ve benzeri
hareketler ortaya çıkmaya devam etmektedir. Meselenin öteki boyutuna dönecek
olursak İslam dünyasında “kadın” ya da “İslam ve kadın” tartışmaları daha uzun
süre gündemimizi meşgul edecek gibi gözükmektedir.
Bir mesele olan kadının yani kadın probleminin çözülebilmesi
için başka bir ifadeyle feminizm ya da başka izmlerle ortaya çıkacak yeni
düşünce hareketlerine karşı duruşumuzun nasıl olacağını belirleyebilmemiz için
işe ilk olarak tartışmanın muhtevasını kendimiz belirleyerek başlamamız
gerektiği aşikârdır. Zira ancak kendimiz belirlersek, kim olduğumuzu, ne
olduğumuzu bilirsek ortaya çıkan tartışmalarda tarafımızı kendi irademizle
seçebiliriz. Aksi takdirde bize verilen rolü oynamaktan öteye geçmemiz mümkün
değil. Ve biz bize verilen rolleri oynarken atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmekte.