BİR GÜZEL İNSAN ZEKİ SOYAK HOCA’NIN ARDINDAN

Çok geç tanıdığım, çok sevdiğim, gönülden dost olduğum, fıtratımın uyuştuğu, frekansımın tuttuğu, “insanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” anlamındaki Nebevî sözün doğrultusunda, bütün ömrünü insanlara faydalı olacak şekilde proğramlamış bir vakıf insandı Zeki Soyak Hoca.
Türkiye’nin değişik yerlerinde, çoğunlukla gençlerden olmak kaydıyla, her yaştan sevenleri olan, kurucusu olduğu İlkadım dergisinde kesintisiz yazdığı yazılarıyla kendisini sevenlerle gönül bağını hep diri tutan, onlara elinin erdiği, gücünün yettiği ölçüde yol gösteren, yordam öğreten bir mektep insandı Zeki Soyak Hoca.
“Ya hayır söyleyiniz, ya da susunuz” anlamındaki Nebevî söze bütün hücreleriyle inanmış bir kişi olarak hayırdan başkasını aklının ucuna getirmeyen, kesinlikle diline düşürmeyen, zamanını boş sözlerle hiç harcamayan, söz değil de öz adamı, bir derviş insandı Zeki Soyak Hoca.
“Kıyametin kopacağını bilseniz, elinizdeki fidanı dikiniz” anlamındaki Nebiler Nebisinin sallallahu aleyhi ve sellem o güzel sözüne uygun olarak hayatının son demine kadar aklındakileri ve gönlündekileri bıkıp usanmadan, gücünü sonuna kadar harcayıp kâğıda dökerek, hemen meyveye duruverecek fidanlar mesabesindeki ciltlerle kitaplarını oluşturan ve onları bilişim çağının olur olmaz bilgilerle iyice bunalttığı insanımızın eline tutuşturan irfan ehli, bir bilge insandı Zeki Soyak Hoca.
“Hepimiz Ondan geldik ve Ona döneceğiz” ayetinin işaret ettiği mutlak gerçeğe uygun olarak, kendisini Rabb-i Rahimine götürecek olan o menhus hastalığı sırasında bir kez olsun derdini, acısını, sıkıntısını, çilesini kesinlikle dile getirmeyen, Allah’ın es-Sabur ismi şerifine sığınarak ızdırabını içine akıtan sabır timsali bir güzel insandı Zeki Soyak Hoca.
Allah Rasulü’nün hicret yurdu Medine’yi vatan edinmesi gibi, Zeki Soyak Hoca da hicret yurdu olarak Nevşehir’i vatan edinmiş ve sanırım ömrünün en güzel yıllarını Anadolu’nun bu şirin şehrinde yaşayıp, en bereketli ürünlerini burada vermişti. O, Nevşehir’deki yaşayışıyla, kollarını olabildiğince uzatarak toprağa her değdiği yerde köklenip, dal budak salan, sonra da hepsi ayrı renkte, ayrı tadda, ayrı aromada, ayrı irilikte salkım salkım, sepet sepet üzüm veren bir ana omca gibiydi. Dernekçiliği, dergiciliği, vakıfçılığı, yazarlığı o aksiyon insanının, o yılmak nedir bilmeyen ve önüne kesinlikle set çekilemeyen çok yönlü aziz dava adamının salkım salkım, sepet sepet üzümlerinden bazılarıydı sadece.
Allah Rasulü’nün ifadesiyle, müslüman hurma ağacına benzerdi; dibine oturan hem gölgesinden, hem de meyvesinden istifade ederdi. Zeki Soyak Hoca, Nebiler Nebisinin işaret ettiği gibi bir hurma ağacına benziyordu aynı zamanda. O güzel insan öylesine verimli bir hurma ağacıydı ki, hicret yurdunda bir misafir olmasına rağmen, sırtını kendisine dayayan gençler ülkenin neresinde olurlarsa olsunlar, onun hem gölgesinden, hem salkım saçak meyvesinden istifade edebiliyorlardı.
Düşünen ve inanan insanlara en büyük darbeyi vurarak, onların her birini kırk yıldır savunduklarının aksine, gözü kapalı birer AB sevdalısı yapan 28 Şubat postmodern darbesinin öncesinde ve sonrasında, ülkenin değişik yerlerinden davet ettiği gönül dostlarına Nevşehir’de ev sahipliği yapıp, onları adeta kampa sokar gibi sabahlara kadar beyin fırtınasına sokup, giderek önü tıkanmakta olan Türkiye’nin derdine bir çare bulabilir miyizin tasasını çeken bir çile adamıydı Zeki Soyak Hoca.
Onu, dış görünüş itibariyle üstü suyun yüzünde az görünen bir buz dağına benzetebilirdiniz. Yavaş yavaş yürüyen, usul usul konuşan, görünmeyen kısmı, görünen kısmından defalarca büyük bir buz dağı gibiydi Zeki Soyak Hoca. Ona düşman olanlar, değişik zamanlarda ve mekânlarda önünü kesmeye çalışanlar ve kendi zanlarınca kesenler, onun buz dağının altı gibi olan görünmeyen kısmını görüp, tedbirlerini bu görünmeyen tarafına göre alıyorlardı. Fakat ne gamdı? Suya zincir de, perçin de vurulamadığı gibi; set de çekilemezdi. Nitekim Zeki Soyak Hocamız da, o görünmeyen kısmını eriterek bir dere oluşturmuş, şırıl şırıl akarak manevî susuzluktan dudakları şerha şerha çatlayan birçok insanımızın susuzluğunu gidermişti, yağmura hasret o Anadolu şehrinde.
Zeki Soyak Hocamız aramızda yok artık. Her güzel insan gibi, o da beyaz bir ata bindi ve gitti. Böyle bir gidişi, yıllarca önce yazdığım “Bir Erin Ölümü” başlıklı şirimde şöyle dile getirmişim:
“Yine bir duvar yıkıldı, yere düştü tuğlalar
Şehirler harabeye döndü, şehirler harabeye döndü
Ve bir dost yüreğinde açılan yaralar
Ötede bir ışık yandı, beride bin ışık söndü
Yine bir duvar yıkıldı, yere düştü tuğlalar”
“Âlimin ölümü, alemin ölümü” olarak buyurulmuş, Kainatın Efendisi tarafından. Zeki Soyak Hocamız gibi bilen birini bulmak çok zor değildir belki de. Fakat O’nun gibi bilen ve bildiğince amel eden bir aksiyon adamını bulmak çok zor gibi geliyor bana. Üstelik de, adam gibi adam kıtlığı çekildiği böylesi bir zamanda. Bu bakımdan, Zeki Soyak Hocamızın elinden manevî lokma alarak beslenen genç insanlarımıza düşen görev, O’nun açtığı çığırda yürüyüp, yaktığı meşaleyi söndürmeden başlattığı hizmetleri, daha da genişleterek sürdürmektir. Bu söylendiği kadar kolay bir şey değil elbet. Fakat ben öyle inanıyorum ki, İlkadım dergisi etrafında harelenmiş genç kardeşlerimiz Hocalarının yaktığı meşaleyi yere düşürmeden, hizmete bütün güçleriyle devam edecekler ve böylece O aziz dostun ruhunu şad edeceklerdir.
Şimdi yas zamanı değil elbet. Yıkılan duvarın tuğlalarıyla yeni baştan, yepyeni, sapa sağlam bir duvar örme zamanı. Dost düşman, seven sevmeyen herkese, “işte Zeki Soyak Hocanın yetiştirdiği gençlerin ördüğü duvar böyle olur” denecek ölçüde görkemli olmalı bu duvar. Sonra, bu duvarın üstünde yanacak binlerce ışıkla Zeki Soyak Hoca ve Onu seven gönül dostları selamlanmalı. Ve böylece yâd edilmeli aksiyoner bir gönül adamı, yılmaz bir dava adamı olan Zeki Soyak Hocamız.
Ruhun şad, mekânın cennet olsun aziz dostum, gönül yoldaşım, Zeki Soyak Hocam.