BİR GARİP ŞAİR

BİR GARİP ŞAİR

“Bir garip ölmüş diyeler // Üç gün sonra duyalar // Soğuk su ile yuyalar // Şöyle garip bencileyin” 

Dr. İhsan Unaner, 1936 yılında, “Yarım Ay” dergisinde şahit olduğu hazin bir olayı dile getiriyor. Yazar,  Akif merhumu toprağa verdikten sonra tramvayda, ön koltukta oturan iki üniversiteli genç kızın gazete okuduklarını görüyor.  Kızlardan biri başını kaldırıp, “Aaa baksana Akif ölmüş” diyor. Öteki ise hayretle  “Sağ mıydı ki?” diye soruyor.  İlk konuşan üniversiteli kız “Bilmem,  sağmış ki ölmüş!” cevabını veriyor. Yazarımız bu manzara karşısında büyük bir dehşete kapılıyor.” Eminim ki bu genç kızlar kaç defa gözleri yaşararak İstiklal Marşı’nın derin manası ve ahengi ile titremişlerdi. Fakat bu ne alakasızlık bilmem ki!”   Bu ibret tablo 74 sene önceye ait. Ya şimdi manzara farklı mı? Az istisna ile genç nesilde aynı. Fark devletin bakışında oldu.

Unutan ve Unutturmak İsteyenler…

 Devlet,  vefat ettiği yıllarda dahil olmak üzere Akif’i İkinci Meclisle beraber unutmuş yok saymıştı. Hatta onu sevenleri bile mahkum ediyordu.  Meselâ Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1940 yılından itibaren hazırlanan ve yayımlanan İslâm Ansiklopedisi’nde,  Şinasi’ye sayfalarca yer ayrıldığı, hattâ ateist Dr. Abdullah Cevdet’e bile yer verildiği hâlde, Milli Marş şairi Mehmet Akif’e yer verilmemiştir,  yani İslâm Ansiklopedisi’nde Mehmet Akif maddesi yoktur.  Millî Eğitim Bakanı olup, (1938-1946) Türk Millî Eğitimi’ne yön verecek olan Hasan Ali Yücel ise,  Akif’in ölümünden bir hafta sonra yazdığı bir yazıda İstiklâl Marşı şairini “büyük bir dalâlete düşmüş” olmakla suçluyordu. ( Hasan Âli Yücel,  “Mehmet Akif,  Akşam, Ocak 1937 )     

Akif ölüm döşeğindeyken Münir Müeyyet Beknam,  şairi “geri sutlarda pusu kurmuş, inkılâba diş bilemiş” biri olarak suçlanıyor ve “bir sıfır” olarak değerlendiriliyordu. (” Açık SÖZ, Temmuz 1936 )

Halbuki aynı devlet,  1914-1922 yılları arasında Meclis-İ Ayan üyeliği yapıp, İstanbul’dan dışarı çıkmayan (Anadolu’ya katılmayan) Abdülhak Hâmit Tarhan’a, Cumhuriyet’in ilânından sonra emekli aylığı bağlanmış, İstanbul Belediyesi kendisine bir ev tahsis etmişti. Tarhan, 1928 yılından öldüğü 1937 yılına kadar milletvekilliği de yapmış ve 1937’de devlet töreniyle gömülmüştü (Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi)  Aynı  Tarhan bir alkolikti ve kadın düşkünü pespaye idi.  Nitekim  II. Abdülhamit döneminde  Brüksel’de elçiyken  içki sonrası bir kadına sarkıntılık eder ve dayak yer. “Ben Türk elçisiyim.” der ve kartvizitini gösterir. Ama onu hem döver hem de diplomat kartını yırtarlar. Devlet-i Âliye’nin düştüğü duruma bakın.(Lüsyen, Can DÜNDAR)

” Sami Paşazade Sezâî’ye de 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından” hidemat-ı vataniye” tertibinden yüz lira maaş bağlanır, İstanbul Belediyesi’nin kiraladığı Mühürdar’daki evinde son yıllarını kısmen rahat bir şekilde geçirir” (Zeynep Kerman, Sami Paşazade Sezâî )  Daha nice hak etmeyenlere  maaşlar, makamlar, iltifatlar dağıtılırken Akif’e zulmetmişler,  kendisi gibi aile ve çocukları da yoksulluk içinde perişan olmuş ve ölmüşlerdir.                    

Nurullah Ataç ise, o günlerde yazdığı yazılarında İstiklâl Marşı’nı beğenmiyor. İstiklâl Marşımız için “Doğrusu bu marş değil,  bir ilâhî,  bir tazarrudur. O güfte bugünkü Türkiye’yi temsil edemez” ve “Bize şimdi ideallerimize uygun, hiç olmazsa onlarla tezat teşkil etmeyecek bir marş lâzım.” ( Nurullah Ataç, Yeni Adam, 25 Şubat 1937)

Ona Sahip Çıkanlar…

“Hafif kar yağışı olan 27 Aralık günü büyük Türk şairi, büyük Müslüman Mehmet Akif ’in tabutu dört hamalın sırtında Beyazıt Camii’ne getirildi. Burada kılınan öğle namazından sonra tabut, yirmi beş otuz kişiden ibaret cemaatin omuzları üzerinde yola çıkarıldı. Sonunda mezarının başında on üç kişi kaldı.  Bu on üç kişiden bir tanesi Mısırlı idi; diğerlerinden aklımda kalanlar şunlardır: Tıp talebesi Fethi Tevetoğlu, tıp talebesi Alaattin Ören, tıp talebesi Muammer Ertan, tıp talebesi Kemal Kale, tıp talebesi bu naçiz satırların yazarı…” (Dr. Neşet Adnan Zentürk, Babıâlîde Sabah 16 Aralık 1971)

“…Bizler bu alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık; hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük. İki kişi üzerine örtü dahi konulmamış bir tabutu indirdiler. Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akif’e ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler; sonra merhumun bir kısım yakın arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali, ne belediye reisi ve ne de tek partinin yöneticilerinden hiç kimse ortalarda yoktu. Cenaze artık tamamıyla gençlerin sorumluluğunda kalmıştı. Gençler gerekli saygı ve vakar içinde, hiçbir tahrike kapılmaksızın cenazeyi omuzlarında Edirnekapı Mezarlığı’nın şehitlik karşısında bulunan kısmına taşıdılar. Dini merasim yapılmadan önce hep bir ağızdan hançerelerimizi patlatırcasına İstiklâl Marşı’nı söyledik.” (Prof. Dr. Sulhi DÖNMEZER Tercüman gazetesi, 5 Ocak 1987)

Cenaze Beyazıt’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. “Bir fukara cenazesi olmalı” dedim. O anda, Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu… Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Cenazeyi tanımıştım. Al sancağa sarılan tabut üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üzerinde gidiyordu. Cenazenin arkasında yekpare bir karaltı yürüyordu. Bunlar, bir işaretin, bir teşekkülün topladığı insanlar değildi. Kendi kendilerine sırf cenaze için gelmişlerdi.  Bu, şahit olunmayan güzel dostluktu…” Akif’in tabutu, Edirnekapı’ya kadar omuzlarda taşındıktan sonra na’şı Kur’an ve İstiklal Marşı ile defnolundu. Ama cenaze merasiminde göze batan gençlerden bir çoğu sorguya alınmıştır. ( M.Cemal Kuntay)        

   Nitekim kabrinin başında konuşma yapan Prof. Dr. Abdülkadir Karahan anlatıyor: Üç gün sonra beni Yüksek Öğretmen Okulu’ndan Emniyet Müdürlüğü’ne istediler. Bir şube müdürü beni sorguya çekti. “Ne sıfatla, resmî makamların törene gerek görmediği bir şairin kabri başında konuşma yaptığımı” sormuştu.  Milli Marşımızın eli öpülecek şairinin kabri başındaki hitabemin takdir yerine adeta tekdirle karşılanmak istenmesini, bugün bile, bir muamma gibi çözemediğimi de işaret etmek isterim.” (Türkiye gazetesi, 10 Ocak 1992)

Kıymet bilmeyen milletler kıymet yetiştiremezler. Dünyada hiçbir yer ve hiçbir zamanda “milli marşın”ı yazmış bir insana devlet yöneticileri böyle davranmamışlardır. Mazlum şairin son zamanlarındaki içine kapanışında  büyük bir kırgınlığın, amacına ulaşamamanın, umutsuzluğun, kenara itilmişliğin, layık olduğu yerde olamayışının, psikolojik baskıya maruz olmasının… etkileri büyüktür.  Akif’e düşmanlığın temelinde Akif’in inancı yatmaktadır.  Ama o zalimler, kadir bilmezler ya unutuldu ya da zulüm ile anılırken Akif milletin gönül tahtına yerleşti.                                          

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.