BİR BAHAR AKŞAMI RASTLADIM O’NA

BİR BAHAR AKŞAMI RASTLADIM O’NA

Marşlarımız var bizim, söylerken göğsümüz kabarır. Şiirlerimiz var bizim, her mısrası küfre karşı bir kılıç gibidir. Türkülerimiz var bizim, dertli mi dertli, yanık mı yanık. Alır sizi, bin bir hatıra ile diyardan diyara götürür. Gurbetin yalnızlığını, sılanın hasretini, baş yastıkta, göz yolda bir dost beklemenin ne demek olduğunu anlatan türkülerimiz var.

Şarkılarımız var bizim içli mi içli. Hüzün yağmurlarıyla ıslanmış, yanan sinelerin oduyla göğünmüş, kavrulmuş şarkılarımız. Hani diyor ya:

“Seni bırakıp da gitmek var amma

Ah bu şarkıların gözü kör olsun.” diye.

Hayır, hayır… Şarkıların gözü kör olmasın. Türkülerin gözü kör olmasın. Bu şarkılar bu türküler sevdiğini bırakıp gidemeyecek kadar, insanın elini, dilini, ayağını, kolunu ve yolunu bağlar işte. Gidemezsin… Gitsen de aklını ve gönlünü sevdiklerinin yanında bırakırsın hep. Bir şarkıda:

“Bir bahar akşamı rastladım size

  Sevinçli bir telaş içindeydiniz.

  Derinden bakınca gözlerinize

  Neden başınızı öne eğdiniz.”

Evet, onun başı dolu başaklar gibi hep öne eğik dururdu. İşte ben de bundan tam 29 yıl önce, bir bahar mevsiminde tanımıştım Zeki Hocamı.

Yıl 1976. Mevsimlerden ilkbahar, aylardan Mayıs. Askerliğimi müteakip tayinim Nevşehir’e çıkmıştı. 10 Mayıs 1976’da orada göreve başladım. Biz de o zaman hayatımızın ilkbaharındaydık. Kendimizi dünyayı kurtarmakla, Türkiye’yi kurtarmakla görevli biliyorduk. Delikanlıydık ya hani… Kanımız damarlarımızda deli deli akıyordu… Dünyayı ikiye bölüp, dörtle çarpıyorduk. Bakıyoruz olmadı. Bu sefer dörde bölüp ikiyle çarpıyorduk.

Meğer hesabı yanlış yapıyormuşuz. Devir bölme çarpma devri değil, derleme toplama devriymiş. Çünkü zaten sistem yeteri kadar bölen, yeteri kadar çarpan tiplerin en tahsillilerini, en markalılarını yetiştiriyormuş.

İşte böyle bir hesap hatası içindeyken, bir arkadaşla Bekir Efendi Camiinde ikindi namazını edadan sonra, o günkü daracık sokakta ikinci katta bulunan (Mef-Der) Mefkûreci Öğretmenler Derneğine gittik. Zeki Hocamla orada tanıştık. Yaklaşık bir saatlik bir zaman dilimindeki sohbetimizde; yakın alâkası, ilgisi, samimiyeti, sözlerindeki ve gözlerindeki sevginin sıcaklığı ve mütevazı hali beni cezp etti. O günden itibaren Zeki Hocamla gönül beraberliğimiz hep devam etti. Aynı havayı teneffüs ettik, aynı acıyı, aynı sevinci, aynı hasreti paylaştık…

Kendileri Nevşehir İmam Hatip Lisesi Müdürü idi. Okul bahçesindeki çam ağaçlarını Zeki Hocam ve öğrencileriyle birlikte dikmiştik. Ne kadar sevinmiş, ne kadar da mutlu olmuştu.

Nevşehir’de kaldığım 11 yıl içerisinde gerek Zeki Hocamla, gerekse diğer kardeşlerle güzel hatıralar yaşadık. Hâlâ o güzel günlerin hasretini çekiyorum.

Hocamda gördüğüm ve hep gıpta ettiğim hali; olaylar karşısında heyecana, endişeye, ümitsizliğe asla kapılmadan, vakarını, tevazuunu, ciddiyetini ve cesaretini muhafaza ederek, asla yılgınlığa, bezginliğe, dağılmaya müsamaha göstermeden, etrafında bulunanlara, en güç şartlarda bile umudu yitirmeden, önlerine ne tür engeller çıkarsa çıksın, birer birer aşılarak, hak bildiğimiz yolda dosdoğru yürümenin metodunu öğretir, gayretlendirir, teşvik ederdi…

Kimseye halinden şikâyet etmezdi. Özel sohbetlerimizde ifşa ettiği üç-beş sırrı vardı. Onları öğrendikten sonra Hocama olan saygım, muhabbetim ve hürmetim bir kat daha artmıştı.

İmam Hatip Lisesi Müdürü iken, Gaziantep’e öğretmen olarak tayini çıkmıştı. Yıl 1978–79 Eğitim yılı. Her gün fidan gibi 15–20 memleket evladı teröre kurban gidiyordu. Ocaklar sönüyor, yürekler yanıyordu… Ne ölen niçin öldüğünü, ne de öldüren niçin öldürdüğünü biliyordu. Sabah evden çıkarken aile efradımızla helâlleşip çıkıyorduk, çünkü akşama döneceğimiz meçhuldü…

Böyle zifirî karanlık bir ortamda, Zeki Hocam bizlerin önünde bir ışık oldu, yolumuzu aydınlattı. Kayıp düşeceğimiz esnada O’na tutunduk. Bir baba şefkatiyle, etrafında bulunanları hep merhamet kanatlarının altına aldı. Galibi olmayacak, sadece din ve devlet düşmanlarının işine yarayacak bu anlamsız kavganın dışında tutmak için çok mesai sarfetti…

Evet; böyle bir anarşi ortamında tayini çıkmıştı Zeki Hocamın… Gaziantep’e gidip gerekli araştırmayı yapıp döndü. Orada çalışma imkânı yoktu. Zira malûm güçler tarafından, terör maşalarına gereken talimat verilmişti.

O çok sevdiği mesleğinden, ilim ve irfan yuvası okulundan resmî olarak ayrılmak mecburiyetinde kaldı… Yıllarca sanayide bazı esnafların muhasebe defterlerini tuttu… Oradan aldığı 3–5 kuruşun dışında bir geliri yoktu. Evi kira idi… 4 çocuğu vardı. Evde bir tencerenin kaynaması gerekiyordu…

Hani bir söz vardır:

“Hem, dert çoook.

 Hemdert, yoook.”

Böyle başbaşa hemdert olduğumuz bir ortamda;

— Abdullah Bey; evime akşam olunca bir ekmek götüremediğim çok günlerim oldu…” demişti.

Yüreğime bir avuç kor düşmüştü. Utanmıştım kendimden. Ama daha nice utanması gerekenler de vardı! Nasıl olsa, Zeki Beyde akıl çoktu. Akıla ihtiyacımız olduğunda, günün hangi saatinde olursa olsun, gider alırdık. Aldığımız o akılı da başkalarına dağıtırdık. Nasıl olsa Zeki Hocada akıl bedava… Bitti mi gider yine alırız. “Yok” diyecek değil ya mübarek…

Ama bu insanın bir ailesi var… Geçimini idame ettirecek kadar bir geliri yok… Ne yapar, ne eder, bayramda çocuklarına bir harçlık verecek durumu var mı?.. Bunları düşünmezdik… Bin defa yazıklar olsun bizlere…

Kazanan hep O oldu. Kaybedenler ise bizler… Zira O; bir müslümana yakışan tavrını her yerde ve her zaman korumanın mücadelesini verdi hep. Eldeki imkânlar ne kadar kıt olursa olsun, yoldaki engeller ne kadar çok olursa olsun, mutlaka yapılacak bir şeylerin olduğunu söyler ve tek başına da kalsa, Besmele çeker o işe başlardı…

Çoğu zaman o mütevazı odasının duvarında asılı duran, bir zamanlar dünyaya nizam veren şanlı ecdadımızın Osmanlı Devlet Haritasına uzun uzun bakar, dalar ve giderdi… Bir müddet sonra nemli gözlerle, deriiin bir âh çekerdi. Dünle bugünün muhasebesini yapar, sebep ve sonuç ilişkileri üzerinde, ümmet olarak derlenip toparlanıp tarihteki yerimizi almanın önemi ve gereğinden bahsederdi.

Yeryüzündeki haksızlıklar, zulümler akan kan ve gözyaşları, müslümanların düştüğü perişan vaziyet, Zeki Hocaya şahsî dertlerini unutturur, tüm insanlığın acısını yüreğinin ta derinliklerinde hissederdi…

Yıl 1987… Isparta’ya tayinimiz çıktı. Aralık ayının son günleri idi. Ali Bey Camiinin kıblesindeki Çelebiler Apartmanında oturuyorum. Artık Nevşehir’den ayrılıyoruz. Baktım Zeki Hocam… Yanına 4–5 talebesini almış ve göç yüklemeye gelmiş. Bütün ısrarlarıma rağmen kabul etmedi ve eşya taşıdı. Bu mahcubiyetimi hâlâ hatırlarım… Her zaman olduğu gibi, yine orada bizlere önemli bir ders verdi. Kucaklaştık, helâlleştik ve bizi dua ile uğurladılar…

Artık Isparta’da da bir kardeşi vardı… Misafir olacağı ardına kadar açık bir kapısı vardı.

Allah kendilerinden razı olsun iki defa hanemizi şereflendirdiler. Isparta’nın gül bahçelerini gezerken yüzünde güller açıyor, Muhammedî muhabbetle bülbül olup şakıyordu.

Son ziyareti post modern 28 Şubat darbesinden sonra idi… O 28 Şubat faciasını, tanklarla demokrasiye yapılan balans ayarlarını, ülke üzerine çöken kara bulutların ne zaman ve nasıl dağıtılacağını, irticanın (!) yeniden hortlayışını, GÜNDÜZ’lerin nasıl karanlıklara daldığını, kimlerin nelere KALKANCI’lık yaptığını, toplum kesimlerinin ÇEVİK kişilerce nasıl sindirildiğini hep beraber yaşamıştık. Yani o Şubat soğuğu bütün ülkeyi kasıp kavurmuştu…

Saygıdeğer Hocamız bu ziyaretlerinde, Isparta, Bucak ve Burdur’daki yapmış olduğu istişarelerde şunları söylüyordu…

• Biz dün nerede yanlışlıklar yaptık. Ülke veya bu ülkenin insanları niçin böyle muameleye maruz bırakıldı?

• Bugün ne haldeyiz? Fert olarak, aile olarak, toplum olarak, bir korku girdabında yaşıyor, güven duygusunu tamamen yitirmiş ve birbirimizden hızla bir kaçış ve kopuş sürecini mi yaşıyoruz?

•Yarına yönelik ne gibi kurtuluş plân ve projelerimiz var? Ümidimizi, imanımızı ve cesaretimizi muhafaza ediyor muyuz? Yaşadığımız bu musibetlerden gerekli ibret derslerini alabildik mi?

Bu ve benzeri meseleler hakkındaki düşünceleri, tesbitleri, çözüm yolları ve göstermiş olduğu kararlı ve onurlu duruşu, o ortamda keyfiyet hükmünden ayrı bir değer taşıyordu.

1986 yılında yayımladığım “Gönül Söyler Dil Susar” isimli şiir kitabımın 2. baskısına yazdığı 6 Ocak 1986 tarihli takdim yazısının bir bölümünde şöyle diyor rahmetli Hocam:

“Hayat; üzüntü ve ızdırapları, sürur ve saadetleri gösteren bir grafik, canlılar ise, hüzün ve sürurlarını terennüm eden, kudret elindeki bir neydir. Bülbülün feryadında âşıkın iniltisi, boynu bükük sünbülün duruşunda aslî vatandan ayrı düşmüş garibin hüznü temaşa edilir.

Pınarlarından şırıl şırıl akan suların gözyaşı, bağrı delik dağlardan fışkırıp çağlayan ırmakların hırçınlığı, yüksek ovalardan delice esen rüzgârların uğultusu, seherde örtüsüne bürünmüş, dış görünüşüyle sessiz, fakat iç âleminde med ve cezir olayları olan, semalar dönen dervişin hali, hülâsa zîhayat olan her şey aslî vatandan ayrılış ızdırabını terennüm etmektedir.

Zaman olur, aslî vatandan bir ışık, ezelî sevgiliden bir haber gönülleri coşturur, âşıkların aşk ve vuslat nağmeleri gök kubbeyi doldurur. Kalplerde saadet meltemleri estirir. Zaman olur, ayrılık ve firak ateşi ile yanan yüreklerden, ızdırap ve hüzün feryatları yükselir.”

Evet, Zeki Hocamız, bu kubbede baki kalacak hoş bir sedâ bırakarak, yanan yüreğindeki ızdırap ve hüzün feryatlarıyla aslî vatanına göçtü…

Ardında güzel eserler bıraktı Hocamız. Rabbim de kendisine layık gördüğü bütün güzellikleri bahş eylesin..

Hayırlı işlerde İLKADIM’ı hep o atardı. Kendisi vakıf bir insandı. Vakıflar kurdu gitti… En önemlisi de insana yatırım yaptı. Kendisini rahmetle anacak güzel bir nesil bıraktı geride.

“Ummandan Katreler” ikram etti sürekli…

“Mefkûre”nin işaret levhalarını gösterdi.

Hep ölçülü ve dengeli yaşadı. Ölçüsüz ve dengesiz kişi veya toplumların buhranlı bir hayata mahkûm olacaklarını, ölçüsü ve dengesi olmayan fertlerin dengesiz toplumları, dengesiz toplumlarında dengesiz yönetimleri oluşturacağını, bu sebeple; aşkta, sevgide, buğzda, dostlukta, düşmanlıkta, arkadaşlıkta, komşulukta, sözde, sohbette, ifrat ve tefritten uzak durarak, hep ölçü, ölçü, ölçü… Hep denge, denge, denge, dedi. Allah kendisinden razı olsun…

Ve o güzel üslubuyla Kur’an’dan kıssalar anlatarak; ömür takviminin son yaprağını 29 Mayıs 2005 tarihinde kopardı.

29 Mayıs… Önemli bir tarih. Bir 29 Mayısta 21 yaşındaki genç padişah, Hocası Ak Şemseddin’in de duasını alarak İstanbul’u fethetmiş ve Fatih unvanını almıştı.

Öyle inanıyorum ki; Zeki Hocam da, Rahmet Peygamberinin “Büyük Cihat” diye tarif ettiği, nefis kalesini, 2005’in 29 Mayısında fethederek, Tevhid Bayrağını Ulubatlı Hasan misali burçlara dikerek Rabbimizin huzuruna varmıştır.

Mevlânın affına, Efendimizin şefaatine mazhar olur inşallah…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.