Tunceli’nin Delileri
Tuncelilerin Palavra Meydanı dediği yerde, dileklerin yapıldığı, mumların dikildiği çeşmenin yanında duran bir heykel dikkatimi çekti. Bir şair zannettim önce, bir ozan, bir veli mi dedim sonrasında, bir asker ya da siyasetçi olmadığından emindim. Elinde sigarasıyla iki büklüm oturan dertli bir adamın ne özelliği olmalı ki bir zamanlar devletin tunç elinin indiği Tunceli halkı bu heykelin sağa salim günümüze ulaşmasına izin vermiş?
Bir eserin peşine düşünce sır perdeleri aralandı. Bu heykel beni yanına çağırmasa nereden bilecektim, bizim deli ya da mecnun şimdiki söylemle zihinsel engelli dediğimiz insanların Tunceliler nezdinde özel olduğunu, ermiş, keramet ehli sayıldıklarını ama zinhar deli kabul edilmediklerini?
Sarı Saltuk, Düzgün Baba, Munzur Baba ile anılan Tunceli’de deliler mukaddesmiş. Müslim, Kezo gibi divaneleriyle meşhur bir köyü bile varmış; Hozat. Dünyaya bizim gibi bakmayan, mal, mülk, iktidar için bizim gibi çabalamayan yönleriyle deliler velilere benzetiliyor burada. Hacı Bektaş'ı Veli’ de çocukların ve delilerin korunmasına önem verirmiş. Ancak bu hassasiyetin Aleviliğe daha çok eski Şamandan, Pagan geleneğinden ve Zerdüşt dininden geçtiği düşünülüyor. Anadolu’ da da delilere bu ihtimam var hatta Mithat Enç’ in “Uzun Çarşının Uluları” kitabında bu saygıdan bahseden birkaç öykü de bulunuyor ama Tunceli’ de durum başka.
Meydandaki heykelin asıl adı Seyyid Hüseyin Tatar. Önceleri Seyid Vuşeyn diye çağrılmış zamanla Sevuşen olmuş. 1930’ da doğumlu,1938 Dersim olaylarından bir bomba ile evi parçalanmış. Bu korkuyla yıllarca, darda kalmadıkça kapalı bir yerde yatamamış ama başkaları huzurla uyusun diye iyi bir duvar ustası olarak 1950’lerin ortasına kadar köyünde sağlam evler yaparak geçimini sağlamış.
Sessiz bir tabiata sahip ancak sevdikleriyle konuşan, üstüne çok gelinmediği sürece tepki vermeyen Sevuşen; kalbi temiz olanların masasına gider ve onların yemeğini teklifsiz yer, içkilerini içer, yarım sigaralarını ellerinden alırmış. Uzun yol şoförleri onun yanına uğramadan yola çıkmazmış. Lokantasına gittiği esnaf bereket getirsin diye onu doyurmak için canla başla çalışır, mağazasına gittiği satıcı onu giydirmeyi görevi sayarmış ama Seyuşan kendisine para verenleri tersler, giydirilen yeni elbiseleri çıkarıp yırtık giysilerine geri dönermiş.
İnsanın deli dediği
Doktorlar genç bir kadının hastalığına çare bulamayınca “Götürün bari yatağında ölsün” demişler. Yağmurlu bir gün kadın hasta yatağında yatarken odadaki beş kişi sobada çay demlemiş ama ev sahibi altı bardak çay doldurduğunu fark edince “Neyse birimiz bitirince altıncı çayı o içer” demiş. O sırada Sevuşen sırılsıklam girmiş odaya, dua eder gibi birleştirdiği ellerindeki yağmur suyunu hastanın başından aşağı dökmüş, “Dermanın yağmurla geldi, iyileşeceksin” demiş. “Benim için çay koymuşsunuz” diye sevinerek sobanın yanındaki altıncı çayı da bir güzel içmiş. Ertesi gün kadın, herkes uyurken sağlıkla kalkmış yatağından.
Sevdiği kız Almanya’ da yaşayan bir genç kendini dağlara bayırlara vurmuş. Bir gün Munzur’un üstündeki asma köprülerden birinde intihar etmeyi düşünürken Seyuşen gencin omzundan tutmuş. “O da seni seviyor, Tunceli’de bekliyor” diye fısıldamış. Genç adam koşa koşa şehre gelince gerçekten de sevdiği kızın döndüğünü öğrenmiş.
Kedilerin damdan dama atlarken donduğu soğukların olduğu bir gece Sevuşen’e “Baba bu gece kar geliyor. Gel bir çatının altında yat” demişler. Sevuşen’ “Ben sokakların misafiriyim” diye reddetmiş, ama Tuncelililer, allem edip kallem edip onu bir eve almışlar, yanına bir soba kurup üstüne de yün bir yorgan örtmüşler. Sabah geldiklerinde ise bahçede üstüne paltosuyla uyurken bulmuşlar. Tunceli Belediye Başkanı, “Ben böyle şeylere inanmam. Ama anam kendi gözleriyle görmüş. Şehrin dört bir yanı karla örtülüymüş. Bir tek onun yattığı yer kupkuruymuş” diye anlatmış.
12 Eylül sabahı Sevuşen uyanmış ki sokaklar bomboş. Emniyet Müdürlüğü’nün önüne gidip eline geçirdiği taşları “Ne yaptınız milletime, 38 geri mi geldi?” diye bağırarak atmaya başlamış. Polisler, “Sokağa çıkma yasağı var” deseler de inanmamış. Yanlarına alıp tek tek kapıları çalmışlar. Her kapı açıldığında, “Haaa Haydar buradasın. Fatma da evinde. Bebeler nerde? Haaa onlar da burada” diyerek rahatlamış. Sonra oturmuş Palavra Meydanı’na ve “Bir çift gögerçin havalansa Yanık yanı koksa karanfil” diye bir türkü söylemeye başlamış.
Dediklerinin büyük kısmı gerçekleştiği için ünü gurbetçi Tuncelililer vasıtasıyla Almanya’ya ve çeşitli Avrupa kentlerine kadar uzanmış. Türküler söylenmiş adına: “Ah bıra bıra, bıraê Dêrsım, adı divana kaldı, adı Sey Uşên…” O iseTunceli halkının bu yoğun ilgisine gülümsemesiyle, sessizliğiyle ıslığıyla karşılık vermiş.
‘Ben kolay kolay ölmem beni bir deli öldürecek’ sözü de 1994 yılı sonbaharında sokakta uyurken şizofren hastası bir öğretmen tarafından öldürüldüğünde gerçekleşmiş. Cenazesine yirmi yedi bin nüfuslu Tunceli’de on binden fazla kişi katılmış.
Savuşen’ in yakılan mumlardan dolayı kararmış kabri kentin dışındaki asri mezarlıkta. Mezarın yanına Akkoyunlu medeniyetinden kalma bir koyun heykeli var. Bir dileği olanlar mezar taşını üç kez öpüp başlarını koyuyorlar.
Ya ben öleyim mi söylemeyince?
İnsanın deli dediğinin heykelinin dikildiği bir kentte, akıllısına sahip çıkamayanların yaşadığı şehirler düşüyor aklıma. Günlük olaylara bizim gibi bakmadıkları için birçok şeyin iç yüzünü kavrayan, yarım asır öncesinden ekonomi, din, eğitim, dış ilişkiler konusunda halkını uyaran, ruhlara şifa olacak sözler söyleyen mütefekkirlere, alimlere, şairlere deli muamelesi yapmamız, gülüp geçmemiz daha da kötüsü görmezden gelmemiz geliyor hafsalama.
Zihnimizin yel değirmenleri olan malumatlarımızı, paradokslarımızı, uğradığımız manipülasyonları fark edip “Yolda yürüyoruz diye asfaltı eleştirme hakkı elimizden alınamaz” diyen, hayatımız “Başkalarının aşkıyla başlamasın, devam etmesin başkalarının hıncıyla, düşerken tutunduğumuz tuğlayı rab bellemeyelim” diye yollara düşen, ama değil heykelinin dikilmesi, heykeli dikilecek bir insan olduğu bile düşünülmeyen birisi… Ölmeden evvel gömülmüş. Ya fikirlerini dinliyormuş gibi yapıp kutsallaştırmışız ya da önemsiyor gibi davranıp görmezden gelmişiz. Daha kötüleri de var onları anmaya gerek bile yok
Sevgili İsmet Özel kendi mahallesinin akıllısı olacağına başka mahallelerin delisi olsaydı o zaman duyulur muydu sesi? Sözleri konuşulur muydu edebiyat derslerinde, şiirleri alınır mıydı şiir antolojilerine, mısraları okunur muydu şiir gecelerinde? Sözleri doldurur muydu kitap kafelerin duvarlarını? “Taşları Yemek Yasak” kitabı taş gibi düşer miydi yarım köprüyü köprü sayanların başlarına? İrdelenir miydi sözleri mütalaa gruplarında?
Sevuşen’in ölümü derin bir boşluk yaratmış Tunceli’de. Halk onun yerine yeni bir deli arayışına girmiş. Bir kısmı Baba Bertal’ ın Sevuşen’ in yerine geçmesini istemiş, bir bölümü ise, "Bertal çok yaşlandı, Tunceli’nin dinamik bir deliye ihtiyacı var" diyerek Deli İbo’yu işaret etmiş. En sonunda Baba Bertal’ in tahta geçmesine, Deli İbo’nun da veliaht olmasına karar verilmiş.
İnsanın deli dediğinin boşluğu kabul edilmezken en akıllılarımızın boşluğu doldurulur mu, İsmet Özel’in yerini dolduracak demiyorum, ucundan kıyısından ilişecek bir veli bir deli bir insan evladı bulunur mu? Bu soruların cevabını bilmiyorum ama bunları düşünüp aklımıza mukayyet olamadığımızda gideceğimiz şehir neresi onu biliyorum.