Avrupa’nın Kırmızı Pazartesi’si

Ayılar yedi ay kadar süren kış uykusuna yatarlar. Lisenin son senesi de benim için ayıların kış uykusu dönemi gibi geçti. Uzun, stresli dokuz aylık yoğun çalışma döneminde belki gözlerimi açıyordum ama güneşin tan ışığı da gecenin zifiri karanlığı da aynı rüyanın bir kâbus gibi tekrar tekrar dönüp durmasından ibaretti. Bu süreçte beni ve arkadaşlarımı yazın gideceğimiz Bosna Hersek gezisi çalışmaya devam etmeye motive etti. Kibritçi Kız hikâyesinde kızın kibritleri üşümemek için yakar ama çok da kibriti yoktur ya bu yaşanmamış mutluluk hakkındaki konuşmalarımız da bu şekildeydi. Karamsarlık ve bıkkınlık ile geçen süreçte Bosna Hersek’te yapacağımız şeyler, gideceğimiz yerler adına irili ufaklı planlar bizim yaşam ünitemizdi. Bu yaşam üniteleri ile o an yaşanmayan hayali bir mutluluk üzerinden rahatladık lakin fazla da bahsedip onun heyecanını, etkisini, çekiciliğini yitirmesini istemiyorduk. Allah’tan son kibritlerimiz de bizi sabaha taşımaya yetti.
Süreç içerisinde o film şeridi sardı sardı ve sınav günü ile koptu. Şu an sahip olduğum mutluluğun ve huzurun kaynağı olan fakat hiçbir zaman yeniden izlemek istemeyeceğim bir film şeridi olarak hafızamda yerini koruyor. Artık yeni bir film şeridi oluşturma zamanıydı; her zamankinden daha özgür, daha bağımsız, daha firari yeni bir film şeridi çizecektim. Bu film şeridin ilk slayttı da Bosna Hersek’ti. Osmanlı Devleti’nden birçok iz barındırdığını, binlerce insanın bir iç savaş neticesinde hayatını kaybettiğini ve kartpostallarda gördüğüm elips taş köprüsü ve su sebili ile esrarengiz bir hazine kutusu gibiydi.
Saraybosna ve açıkçası bunun hiç de değişmesini istemedim. Sokaklarında bir o yana bir bu yana savrulurken kaybolmak, insanlarla el hareketleri ve mimiklerle belli belirsiz anlaşmaya çalışıp yanlış anlamalar neticesinde bilmediğim başka bir yola doğru savrulmak ve yeniden yeniden kaybolmak istiyordum çünkü. Yani hissede hissede, tecrübe ede ede kendim yaşayarak öğrenmek istiyorum her şeyi. Tüm bu planlanmamış beklentiler ile başladı Bosna yolculuğu.
Saraybosna’ya Boşnakça “Sarajevo’ya bir gece uçuşuyla vardık. Gece başlayan yolculuk Saraybosna semalarında yerini kan kırmızısı şafak kızılına bıraktı. Saraybosna’yı çevreleyen dağların ötesine uzanan bu renk kümesi denizin gökyüzünden mavi rengini alması gibi kanın Bosna Hersek’in her yerine yapışmış asla unutulmayacak ve temizlenmeyecek denizini oluşturuyor ve tezatlıkla gökyüzüne rengini veriyordu. İşte film şeridinin bu ilk parçası sonradan anlam kazanacak bu düşünceler ile çizildi.
Sonrasında kısa sert ifadeli genç turist rehberimiz eşliğinde Saraybosna’nın bir ucundan diğer bir ucunda olan çarşıya doğru yola çıktık. Milijacka Nehri, Fatih’in tepeden şehre bakıp “ Saray burası.” demesini de işitmiş Avusturya Macaristan veliahdının bir Sırp milliyetçisini öldürmesi neticesinde belki de sadece 16 kişinin karalarıyla 16 milyonu aşkın insanın ölüm fermanının yazıldığı âna da tanıklık etmiş olan bu nehir, bizlere yol boyunca arkadaşlık etti. Sanki rehberin yolculuk süresince Saraybosna’nın tarihini, coğrafi ve demografik anlatımı Milijacka Nehrince durgun su sesince söyleniyordu. Binalarının üzerlerinde hala izlerini koruyan kurşunlar da bir masal kitabının resimleri gibi anlatımı kuvvetlendiriyordu.
Çarşı denilen merkez bölgesine ulaştıktan sonra aç karınlarımızı Boşnak böreğiyle kabartıp Saraybosna’nın Türkiye’yi andıran dar ahşap dükkânlarla bezenmiş renkli sokaklarına dağıldık. Lavanta kokusuyla bezenmiş sokaklarda bir o yana bir bu yana giderken gördüğüm hediye dükkânlarına sırf yabancısı olduğum bu dünyanın ortak misafirleriyle ileteşime geçmek için dükkânların önündeki buzdolabı süslerine, bilekliklere bakıyordum. Kendimi annesinin ilgisini çekmek için uğraşan dört yaşındaki çocuklar gibi hissediyordum. Yüz tipimden dolayı beni öncelikle uzak doğudan sanıyorlar ve gülümseyen surat ifadeleriyle İngilizce oldukça uçuk fiyatlar söylüyorlar ve çok daha pahalılarını da önüme sürüyorlardı. Sonrasında “ It is too expensive, make it 5 pent.” Söylemimle Türk olduğumu anlıyorlar ve bu sefer çok daha ciddi pazarlık havasına giriyorlardı. Uzun saatler boyunca hiç sıkılmadan oynadığım ve öğrendiğim birçok Boşnakça kelime acıktım demem için yeterli değildi ama acıkmıştım.
Karnımdan gelen zil sesi kiliseden gelen zil sesine karıştı ve kilisenin önündeki bir esnaf dükkânı gibi bir yerde buldum kendimi. Kilisenin yanında olmasına rağmen Boşnakların sahip olduğu dükkânda bildiğimiz köfte ekmek yedim. Dükkândan çıktığımdaysa kiliseye girmek istedim. Lakin ben beyaz sakallı bir saçı sakalı bıyığı gür yetmiş yaşlarındaki bir amcanın kilisenin önünde ben kiliseye yaklaşırken kafasını salladığını gördüm. O kadar ciddi ve otoriter ve emredici bir duruşu vardı ki bir adım daha atmaya cesaret edemedim. Kendimce durmuş sessizce neden orada dikili kaldığımı sorgularken bugün günlerden pazar olduğunu anımsadım. Demek görünüşümden Türk olduğumu anlamıştı. Lakin Türk olsam bile neden giremiyordum ki yani onlar ibadetleri her neyse onu gerçekleştirirken neden sadece arkada bir sırada oturup kilisenin mimarisine göz gezdirmeye yaptıkları ritüele şahit olmaya ve beş dakika sonra da oradan ayrılmaya hakkım yoktu. Bunun cevabını kiliseden çıktıktan sonraki on, on beş metre içerisinde gördüğüm tabela cevap verecekti “ Welcome to West Saravejo”.
Mimarinin ani değişimiyle küçük ahşap dükkânlar ve dar sokaklar yerlerini geniş ara sokaklara ve uzun tuğla binalara bıraktı. Yani yirmi dört yıl geçmiş olsa dahi Sırplar ile Boşnaklar, Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ayrım hem soyut hem de o amcanın demir gibi bakışlarındaki ötekileştirmeden sabit olduğu üzere somut bir biçimde varlığını koruyordu. Sonraki gün Saraybosna’dan büyük katliamların meydana geldiği Srebrenitsa’ya tarihe tanıklık etmiş o kanlı yerleri görmek için sabahın erken saatlerinde yola koyulduk. Neşeli türküler ve şarkılar ile güle eğlene vardık Srebrenitsa’ya. Sonra katliamla alakalı fotoğrafların bulunduğu fabrikaya girdik. Annelerin feryatlarını, çocukların ağlayışlarını çevreleyen fotoğraflar ile bezenmiş ve hala kan lekelerinin bulunduğu koridor bizi bir video alanına yönlendirdi. Yarım saatlik o video neşeli suratları ağlayan, donuk, şaşırmış ve korkmuş suratlara çevirdi. İnsanların kendi elleriyle arkadaşlarının çocuklarının ve babalarının mezarlarını kazdığı ve kendilerinin de sonra öldürüldüğü kan dondurucu manzaralar, Sırp komutanının katliamdan sonra “Bugün Türklerden intikamımızı aldığımız gündür” diye haykırışı ile son buldu. İşte Avrupa’nın göbeğinde medeniyetin beşiği kabul edilen Avrupa’nın Kırmızı Pazartesi’si. Bosna Hersek semalarındaki o kızıllık işte bu sözlerden sonra anlam kazandı. Sadece o komutanın değil tüm Avrupa’nın elindeki kan kokusu ne kadar temizlenmeye çalışılsa da geçmeyecek.