Vakıf Adam
Mayıs 2020 Kadir AYAN A- A+
A- A+

Vakıf Adam

Vâkıf (vakf), “durmak; durdurmak, alıkoymak” anlamındaki kelime, terim olarak “bir malın mâliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” anlamına gelmektedir diye yazmakta kitaplarda. Halk tabiriyle bu dünyaya yapılan bu dünyada kalır, öbür tarafa ancak karşılığı gider demektir. Dünya nimetlerinden medet ummayan, varsa yoksa ukba diyen bir felsefenin ürünüdür, vakıf.

 

Vakıf adamı olmak ise, ellerini bağlayıp gönlünü düğümleyip mal mülk namına bir şey beklemeyen, dünyaya tamah etmeyen, gözünün biri görmeyen, kulağının biri duymayan ve dilinin yarısı olmayan bir anlayışa sahip olmaktır.

 

Vakıf adamı olmak öyle kolay falan değildi. Her şeye vâkıf olacaksın. Hem de her olan sende vakıf olacak.

 

Vakıf adamı olmak kolay şey değildi nitekim. Hizmeti sevmek, işten yılmamak, usanmamaktı. Himmet bilir, hep sorunlar çözen bir el olmaktı.  Hikmeti bilip, hikmetli söylemek, hikmetli hükmetmekti. İşlerini istişareye ile yapıp, hiçbir işi ‘ben yaptım’ diye kibirlenip sahiplenmemekti.

 

Vakıf adamı olmak, mum gibi olmakla mümkündü. İçin için yanıp eriyecek, hem de etrafını aydınlatıp insanlara faydalı olacaksın. Hizmet aşkıyla yanarken kermesten kermese, sohbetten sohbete kamptan kampa koşacaksın. İnsan yetişmek için gününü, ömrünü feda edip gece gündüz demeden hep harcayacaksın kendini. Aile, çoluk çocuk, dünya malı hep ikinci, üçüncü planda kalacaktı.

 

Yusuf Şibik bir vakıf adamıydı. Adeta kendi dünyasında bir vakıftı.

 

Vakıf Adamı

 

En zor anlarında, hastalık süreci boyunca bile birçok şeyi öğreterek gitmekti, bu uğurda eskimekti, ömrünü tüketmekti. Yusuf abi her gelene nasihat eder; çalışmalardan, öğrencilerden sual ederdi. Öyle çok kelam edip işin edebiyatını yapmazdı. Az ve öz söyler, gerisini hep örnekliğiyle gösterirdi. Çok koşar, çok yorulur, çok mutlu olurdu. Asla şikâyet etmezdi, isyan diye bir sözcük yoktu lügatinde.

 

Ben hiç duymadım. Duyan, gören var mı bilmem: “Bir evim olmadı, malım mülküm olmalı, emekli olup da bir zevki sefa süreyim” dediğini. Vakıf adamının mesaisinin mezarda biteceğini, emekliliğinin mezarda başlayacağını bize giderayak öğretti.

 

Vakıf adamı olmak zordur.

Seni bir ben anladım, ben de mi yanlış anladım bilemedim.

Hizmet varken gitmek de neyin nesi nesiydi?

Bizi böyle mahzun bıraktın ya, dostlarını, yarenlerini, talebelerini, uşaklarını ve sevdiklerini, dört gözle yolunu bekleyenlerini…

 

Senin en çok sevdiğine, seni bizden daha çok seven Rabbinin huzuruna vardın ya, bize hasret, sana vuslat düştü be guzum. Kavuşmak cennete kaldı inşallah.

Çok derin izler bıraktın talebelerinin, dostlarının hafızasında.

 

Vakıf adamı olmak, azcık deli azıcık veli olmaktır.

Vakfı adamı olmak, işte bu dünyada da bir “Yusuf” vardı dedirtebilmektir.

Ve nitekim de öyle oldu: kocaman cüssesiyle, kocaman yüreği ile çocuk kalpli biri geldi geçti. Akıllarda, zihinlerde bir isim kaldı geriye: Yusuf Şibik

 

Hastalık sürecinde Yusuf abinin başında refakatçi, ziyaretçi olduğum süreçte eski günlerden bahseder ona umut olmaya, moral vermeye çalışır, o günleri özlemle anardım. Gelecekle ilgili temennilerimizden muhabbet ederdik. Yapacağımız kampları, yakalayacağımız balıkları, düzenleyeceğimiz kermesleri, tertip edeceğimiz programları ve yapacağımız hizmetleri muhabbet mevzu ederdik.

 

Ahdimiz de vardı, su içerken bile zor yutkunduğu o dönemlerde nasip olup da şifa bulunca talebeleriyle ve dostlarıyla beraber mükellef bir sofra kurup yemek yiyeceğimiz günlerden bahsederdik. Sofrada neler yoktu ki...

 

Yine bir muhabbet esnasında dedi ki: Kadir guzum en çok neyi özledim biliyor musun?

Ben yine kamplardan, kurduğumuz sofralardan, yediğimiz yemeklerden bahsedeceğini düşünerek gayriihtiyarî sordum: Neyi özledim be abi? Yusuf abi mahzun ve gözleri dolu bir şekilde: “Ayakta iki rekât namaz kılmayı özledim be guzum. Rabbimin huzurunda el bağlayıp kıyamda namaz kılmayı özledim.” dedi ve ince ince yağan yağmur gibi ağlamaya başladı. Bizim göz pınarları da coştu.

 

Hâlbuki evinden getirdiği mermer parçası ile teyemmüm eder, bilinci yerinde olduğu sürece ima ile yatağında namazını kılardı. Hatta bilincini yitirdiği anlarda bile uykudan kalkıp uyandığında “ezan okundu mu be guzum, ver hele bizim teyemmüm taşını da namazımızı vaktinde eda edelim” derdi. Ama ne vakit ezan vakti idi, ne namaz ona o gün için farz idi.

 

“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” hadis-i şerifi, “Dervişin fikri neyse, zikri de odur” atasözü hiç bu kadar anlamlı gelmemişti. Yusuf abinin giderayak nasihati yine kulağımıza küpe olmuştu.

 

Yusuf Abi, Ankara ilk geldiği yıllarda Siteler’de ikamet ettiği dönemde vakfa ait olan beyaz Hyundai marka minibüsle kendi tabiri ile “Sitelerdeki Uşaklar” ile Kavaklı Köyü tarafına pikniğe gittik. Yedik, içtik (tabii ayran içtik), gezdik, muhabbetimizi ettik. Dönüş vakti yaklaştığımda “Herhangi bir topluluk oturdukları meclisten Allah’ı zikretmeden kalkarlarsa, merkep leşi yanından kalkmış gibi olurlar. O meclis de onlar için bir pişmanlık olur.” hadisine binaen zikir halkasını kurduk. Âdetimiz değildi ama cehri zikir ile başladık Rabbimizi anmaya:

 

“Allah - Hay - Hu - La ilahe illallah” tesbihatı havada uçuşuyordu. “Allah” dedikçe kalbimiz yumuşuyordu. Güzel anlar çabuk bitermiş ya, o güzelim ortam havanın kararmasıyla nihayete ermek durumundaydı. Güneş batıp gün yerini karanlığa bırakınca zikri bırakıp geri dönüş için toplanmaya başlamıştık. Apar topar toplanan bizler zikrin tadından hızımızı alamamıştık ki zikre arabanın içinde de devam ediyorduk.

 

Yusuf abi minibüsünü tam gaz sürüyor, bizler tekbirler, tehliller, tesbihler, tahmidlerle tam gaz kaldığımız yerden devam ediyorduk: “Allah - La ilahe illallah, elhamdülillah” derken usul usul sağa sola doğru sallanıyorduk. Öyle kaptırmışız ki kendimizi, biz sağa sola gittikçe minibüs de sağa sola gitmeye başlamıştı. Yusuf abi, arabanın kontrolünü kaybedecek olma ihtimalinin verdiği endişe ile acı bir fren ve akabinde gelen ile "Fa'lemennehû " niteliğindeki “DURUN” diye bağırması hepimizi şok etmişti. Daha önce Yusuf abinin bağırdığını hiç duymamıştık.

 

Meğerse Biz Allah dedikçe minibüs sağa, la ilahe illallah dedikçe sola çekiyormuş. Arabanın kontrolünü kaybetmeye başlamıştı. Bizler “Allah” dedikçe emektar minibüs de aşka gelmiş. Sağa sola savrulmanın akabinde az daha secdeye kapanacakmış. Hiç öfkelendiğini görmediğimiz Yusuf abimizin neden o gün bu kadar öfkelendiğini bizler daha yeni yeni anladık. O acı fren olmasaymış ya bir ağaca toslayacak ya bir çukura yuvarlanacakmışız.

 

Meğer Rabbine hep beraber değil de tek başına gitmekmiş muradı. Nitekim öyle de oldu. Yıllar önce beraberce Rahmet-i Rahmana kavuşmak varken 2020 yılının 13 Mart sabahı, ezanlar okunurken emaneti gerçek sahibine teslim etti. Bu dünyayı da dostlarına bırakıp gitti.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr