Ocak 2016 Nuri ERCAN A- A+
A- A+

Neredeyiz?

Kocaman bir yılı daha geride bıraktık. Zaman, önümüzdekileri bir bir alıp arkamıza atmaya devam ediyor. Zaman, içine düşen ömür zerrelerini harmanlayıp savuran bir harman makinesi gibi. Geride bıraktıklarımız habire çoğalıyor. Bu yüzden geçmişten bahsetmek daha çok hoşumuza gidiyor. Bu, bize hasredilen hayat ibresinin ömrümüzün son bölümlerini gösterdiğinin başka bir ifadesidir.

Nitekim gelecek planları yapılırken ifade edilen tarihleri duydukça içimiz ürperiyor. Yaşımıza göre yarım yüzyıl, çeyrek yüzyıl derken on yıl hakkımızın kaldığı varsayımlarını zihnimizden atamıyoruz. Ne on yılı, ne beş yılı! Belki an ile hesap etmek durumundayız. Ecelin süresi belli mi olur! Belli olsaydı tadı kalmazdı hayatın.

Ne var ki insanoğlunu hayata bağlayan düşüncelerden birisi de ölümsüzlük fikridir. Ölmeyecek gibi düşünmesi ademoğlunun en önemli enerjisidir. Yaşadığı yılların sayısı ne olursa olsun kişi gelecekten ümidini kesemez. Böyle bir düşünce zihnine yerleşip gelecek perdesinde bir “son” ibaresi okursa; işte o zaman kendisini dünyaya bağlayan her ne varsa onlardan kurtulduğunu anlamaya başlamış demektir.

Kur’an’ın ifadesi ile “İnsan başıboş bırakılmamıştır.” Dünya hayatı, aslında insanın başıboş bırakılmadığının yine insana defalarca gösterildiği, ispat edildiği kocaman bir zaman dilimidir. Vahye bağlı olsun ya da nefsinin kölesi olsun, herkes yaşlanmaya tabi ise başıboş bırakılmamış demektir. Daha ana rahmine düşer düşmez Rabbani terbiye onu eğitmeye başlar. Lakin kişiler terbiye edildiklerini uzun yıllar sonra kavrayabilir.

Allah’a muhtaç olduğunu anladığında Birisi’nin kendisini yönettiğini, daima iyiye yönlendirdiğini de anlamış olur. Ne ki, Rahman’ın terbiyesinin tezahür etmesi, verilen nimetlerin bir bir alınmaya başladığı yıllara tekabül eder. Yaratılmışların ahsen-i takvimi olarak tasarlanmış insan şayet Allah’ın ikinci terbiye yöntemi olan vahiyden haberdar ise o zaman nimetler elinden alınmadan da terbiye edenini tanımış olur.

Toplumlar da insan gibidir. Bu yüzden Efendimiz toplumu insan bedeninin uzuvlarına benzetir. Milletler doğar, çocukluk dönemi yaşar, ergen olur; orta yaşlarda becerebilirse medeniyet kurar, oradan ihtiyarlığa terfi eder ve ölür. Toplumların insan ferdinden farklılığı müştemilatının oldukça fazla olmasıdır. Milletlerin ölümü de insanın ki gibi gümbürtülüdür.

İnsanın Urvetu’l-Vuskâ’dan kopmaması için hayat boyu nasıl kendinin, inancının sağlamasını yapması gerekiyorsa, toplumların da bu şekilde davranması elzemdir. Bunu yapabilmek için iki sınıf insanın tavrı çok önemlidir: Âlimler ve yöneticiler. Bu iki sınıf, insan topluluğunun dünya ve ahiret sigortası olur. İnancın sağlaması âlimler tarafından yapılır. Kişiler “neredeyiz? ” sorusunun cevabını âlimlerden alır. Yöneticiler ise hem dünya hayatının sağlamasını hem ahiret hayatının altyapısını yapmakla mükelleftirler.

Milletlerin inanç ve ibadet kaçakları daha ziyade nimet ve iktidar zamanlarında ortaya çıkar. Toplumu, nimete daha çok sahip olma ve yönetme erkine nail olmaya iten saiklerin çokluğu insan havuzlarında bir takım delikler açılmasına yol açar. Sosyal çevre, dinin ortaya çıkarttığı müspet baskılardan kurtuldukça nefsin hâkimiyet alanına doğru yelken açmakta bir mahzur görmez. Kimilerinin “mahalle baskısı” dediği bu oluşum aslında dinden neşet eden gelenek, örf, adet ve tarihi kültür öğeleridir. Bunların her dönemde az bir kayıpla yerlerini korumaları, bir anlamda, ataların elde ettikleri güzellikleri yeni nesillere aktarma konusunda muvaffak olduklarına işaret eder.

Kardeşçe yaşamayı terk etmek fertlerin duyarsız ve bencil bir tarz-ı hayat geliştirmelerine sebep olur. Aramızdaki mevcut kardeşlik duygularını ve birbirimize olan samimiyetimizin derecesini ölçmeye gayret ettiğimizde görürüz ki, gemi su almaya başlamıştır. Birbirimizi bir araya getirecek en önemli amillerin başında kardeşlik hissinin gelmesi gerekirken, bugün maddi menfaatler ve mesleki örgütler sayesinde bir araya gelir olduk. Oysa böyle bir birliktelik yok hükmündedir. İnsanların dertlerini, sıkıntılarını, kederlerini, sevinçlerini paylaşamadan bir araya gelmenin cemaat olmakla hiç bir alakası yoktur.

Mü’minleri bir araya getirmesi gereken İ’lây-ı Kelimetullah isteği ve diğer değerlerimizi konuşamaz bir duruma eviriliyoruz. Bunda en önemli saik, kendimizi iktidar rüzgârına kaptırmış olmamızdır. Oysa iktidar bizlerin sadece vekâletini alır. Sorumluluğunu yok etmez. Mükellefiyetler kişiseldir. Birilerinin hayırlı işler yapması ve ihsanı yayması bizim sevinmemizi sağlamakla birlikte bireysel inancın ve ibadetlerin yerini alamaz. Üstelik iktidarlar daha çok dünyevi vaatleri gerçekleştirmeye çalışır. Bir de dini tebliğ etme fırsatını gerçekleştirecek alanlar ortaya çıkarabilirse ne âlâ.

Modern hayat, kendimizi hesaba çekmek yerine daha çok dünyevi hesaplar yapmamıza yaramaktadır. Daha dün elimizdeki kıt imkânlarla huzurlu bir hayat sürebiliyorduk. Şimdilerde bu imkânların bize yetmeyeceğini düşünür hale geldik. Daha çok tüketiyoruz, ama arzularımıza gem vuramıyoruz.

Aramızda emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker yapacak, ilmiyle amil örneklerimiz azaldıkça Müslümanca bir hayat yaşamak imkânı da tükeniyor. Böyle bir sonuç ayaklarımızın kaymasına sebep olmaktadır. Kültürel kaynaklarımız bir toplumu sıfırdan inşa edecek zenginliğe sahip iken, bir türlü bu kaynaklardan istifade etmeyi beceremiyoruz. Resmi olanlarının dışında, istisnai bir kaç sivil toplum örgütünü düşünmezsek topluma çeki düzen verecek kurumlar oluşturamıyoruz.

Elimizdeki teknolojik imkânlar hiçbir dönemde olmadığı kadar bol iken zulme karşı sesimiz bir çığlık mesabesinde bile olamıyor. Hılful Fudul üyesi bir peygamberin ümmeti olmamıza rağmen toplumda gerçekleşen cinayetlere, tecavüzlere, haksızlıklara, işkencelere en son tepki veren bir topluluk konumundayız.

Bütün bunlardan sonra sormak gerekmez mi! Biz neredeyiz? Duruşumuz, doğru bir duruş mu?

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr