Mayıs 2013 Nuri ERCAN A- A+
A- A+

İnsan ve Fıkıh

İnsanların yaşamak zorunda olduğu en küçük birimlerde bile bir takım ilkeler ve yönetmelikler mevcut olmak zorundadır. Topluluğu oluşturan insanların düşünce farklılığı giderilmezse o topluluğa ancak kargaşa hâkim olacak demektir. Kuralsız ve yaptırımsız hayat düşünülemez. Bir dönem, gençler arasında epeyce taraftar bulan Anarşizm akımı kuralsızlığı öncelemekle aslında bir takım kuralları dayatmış oluyordu. Bırakın insanları, hayvanlar âleminde bile düzensiz ve rastgele yaşayan mahlûk yoktur. Çünkü yaratılmış her nesne kâinattaki mevcut düzen ve intizamın şümulü dışına çıkamaz.

Aklın ürettiği fikirler öncelikle teori şeklinde belirmek durumundadır. Düşünce evvela insan havsalasında değişik etkilerle kuluçka dönemini geçirir. Bu dönemde düşünceyi oluşturan etkiler oldukça fazladır. En önemlisi ise, insanın mutlak manada özgür olmayıp, sınırlı olmasıdır. Aslında özgürlükler değil; mahkûmiyetler insan zihnini daha çok zorlar. Bu bağlamda insan ruhunun dünya hayatında bir esir hayatı sürdüğünü, bu sebeple özgürlüğe ulaşmak için debelenip durduğunu hatırlamamız yeterlidir. Ruhun etkilerini yansıtan zihinler, esaret nedeni ile daima bir arayış içerisinde olduğundan, hiçbir zaman tembelleşmez. Her zaman üretkendir. Üretilen düşünceler kaynağı ne olursa olsun “söz” adını alırlar. Söz ise tek başına bir mana ifade etmez. Vahyin bize sunduğu sözlerin diğerlerinden farkı ise,  okunduğu veya konuşulup uygulama alanına geçirilmediği takdirde insan zihnini aydınlatan bilgi konumunda olmasıdır. Böyle bile olsa sahih bilgi diğerlerinden daha kesin hükümler barındırır. Lakin bu bilgilerin de uygulama sahasına sürülmesi zarureti, yani ilmin amele dönüşülmesi kaçınılmazdır. Diğer taraftan, fikir üreten hiçbir ideoloji, hükümlerinin, teori derecesinde bekleyip kalmasına rıza göstermez.

Varlık âleminde, akletmeden bir şeyler yapmak, hiçbir yaratılmışın işi olmamıştır. Hareketin sebebi ya içgüdüdür ya da beynin ve kalbin ortak ürünü olan fikirlerdir. Aklını kullanamayan insanların boş ve anlamsız gibi görünen hareketlerinin zihinden neşet eden birçok nedeni mevcuttur. Ancak biz bunları kavramayabiliriz. Tavırlarımız ve davranışlarımızı, onlara yataklık eden düşünce kırıntıları olmadan asla ortaya çıkmazlar. Günlük hayatta zuhur eden anlamsız ve yanlış işlerimiz de bile bir etkilenme veya bir yanlış bilgi edinmenin etkisi mutlaka vardır.

İnsanların elde ettikleri bilgiler, kaynağı neresi olursa olsun diğer varlıklara iletildiğinde bir ehemmiyet arz eder. Öğrendiğiniz doğruları yeri geldiğinde haykırdığınızda çok rahatlarsınız. Zaman zaman söyleyemediğiniz sözler için sızlanırsınız. Ya da söylediğiniz bir söz için nedamet hissedersiniz. Bu örneklerde en çok rahatsızlık veren, düşünceniz hakikat olduğu halde onu kelimelere büründürüp muhatabına iletememektir. Siz onu söylemek için öğrenmiştiniz, fakat söyleyemediniz ve söz yerini bulmadı. Bu acı verici bir gerçek olur. Öğrenilen doğruların zihni ve amelî planda karşı taraf yansıması ise sahibine manevi bir haz verecektir.

İnsanlar düşüncelerinin doğruluklarını kendi kendilerine beyin jimnastikleri yaparak test edemezler. İlke ve prensiplerinin evinde ailesi arasında uygulanmadığını hisseden bir baba kendisini babalığa layık görmemeye başlar. İnandığını uygulama sahasında görmemek Onun için keder sebebidir. Bu sebeple evde sıkıntılar baş gösterebilir. Bu durumda aile ortamında defalarca söylenen sözlerin de bir hükmü kalmamış olur. Sadece söylemek telkin etmek yereli olmamıştır. Sözlere inanılmamıştır. Babanın sözleri yerine başak sözler ikame edilip tatbik edilmiştir. Böylece baba hâkimiyet alanını başka düşünce sahiplerine terk etmiş olmaktadır.

Nüfusları ne olursa olsun devletler de vatandaşlarını yönetmek için sözlü ya da yazılı anayasa yaparlar. Hiç bir anayasa sadece okunmak için yazılmaz. Anayasa bir takım sorumlulukları ve nimetlerin paylaşımını belirler. Bir takım yaptırımlar getirir. Anayasayı kabul etmeyenler bozguncu kabul edilir. Bozgunculara verilecek cezalar da yasaların ilgili maddelerinde zikredilir. Tabi ki anayasalar insanlar içindir. Tabi ki en mükemmel anayasalar insan fıtratına en uygun anayasalardır.

Kararlar bir bilgi, bir inanç sonunda ortaya çıkıyorsa; kararların uygulanma şekline de fıkıh diyebiliriz. Bu anlamda fıkıh, düşüncelerin zihinden huruç etmesidir, Yani, inancı yaşamaktır. Diğer bir söyleyişle, fikrin yuvasından fırlayıp eyleme dönüşmesi, hareketin kuvveden fiile terfi etmesidir.

Bizler fıkıh sayesinde inançların yanlış ve doğrularını öğreniriz. Öğrendiğimiz doğruları yaymak isteriz. Bu bize yaşama sevinci verir. Fıkıhtan hukuku tanırız. Haklara riayet eder, haksızlıklar karşısında haykırmayı öğreniriz. Mazlum durumuna düştüğümüzde hakların bir gün iade edileceğine inancımız fıkıh sayesinde oluşur. Emirler ve yasaklar hakkında bilgi ediniriz. Emirleri yerine getirmek hoşumuza gider. Yasakları çiğnediğimizde pişmanlık duyarız. Bu, zihin dünyamızı zenginleştirir.

Fıkıh bize akletme yöntemi sunar. Düşünce ve iman sınırlarımızı fıkıh belirler. İlk kaleme alınan fıkıh kitaplarından birinin itikadi konuları anlatmasına rağmen el-Fıkhu’l Ekber adını alması oldukça manidardır.

İnançta ve amelde israfın tek ilacı fıkıhtır diyebiliriz. Hıristiyanlar kendi inançlarını öngördüğü bir fıkıh oluşturabilselerdi teslis inancına sapmayacaklardı. Nefs-i emmarenin ve şeytanın teşviklerinden kurtulmanın yolu da sağlam inanç ilkelerinin bir yansıması olan fıkıh uygulamalarıdır.

 İmam-ı Azam’ın tarifini hatırlarsak fıkıh, “Kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesi ve ona göre tavır alması”dır. Bu tarife göre insan hayatı ile ilgili fikirler üreten her kaynağın, aslında birer fıkıh teorisyeni olduğunu söyleyebiliriz. Onların ürettikleri fıkıh da toplumların lehinde ve aleyhinde olan hususları kapsamaktadır. Ancak vahiyden beslenemeyen akıl sahipleri, insanın lehinde ve aleyhinde olan meseleleri tesbit etme konusunda pek de başarılı olamamışlardır.

Kişilerin sadece akıllarının emrinde yaşama imkânlarının olmadığını en iyi bilen Yaratıcı, ilk insandan günümüze kadar yeryüzünü fıkıhsız bırakmamıştır. Her dönemde yaratılmışların en şereflisi kabul edilen varlığın, şerefine leke getirmeden ve bir kargaşaya kurban gitmeden yaşayabilmesi için, hemen yanı başında bir fakih ve fakihin elinde uygulamaya hazır bir zamane fıkhı olagelmiştir.

Fıkıhsız insan, insansız fıkıh olmaz.

Hangi fıkıhla fıkhettiğimizi sorgulamadan hiç olmaz!


Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr