Eylül 2024 Nuri ERCAN A- A+
A- A+

İMBİK- Gıyaben Cenaze

Cuma namazını Ulucami’de kılmaya niyetlendi. Evde gusül abdestini alıp, belediye otobüsüne atladı. Belediyenin önünde indi. Elhamdülillah hazırlıkları tamamdı. Gönlü huzurlu, fakat içerisinde bir neşe yoktu (Tabii ki neden neşesiz olduğunu biz bilemeyiz). Caminin avlusuna geçti. Avlu mu kaldı ki! Meydan desene be birader! Alışkanlık işte. Meydanın sağ tarafına başını çevirince bakışları iki çocuğun tuttukları ağaç parçalarına sarılı bez parçasına kurşun gibi saplandı.

Ellerindeki sopaları yere dayamış iki çocuk vardı. Çocuklar sopaların tam ortasından tutmuş, Ulu Cami’nin görkemli kapısına doğru sessiz bir gemi gibi akışan cemaate bakıyorlardı. Sopaların yarısından sonraki kısmında, yarısından fazlası dürülmüş beyaz pankart bezi vardı. Ergenlik çağında olduğu anlaşılan çocuklar, tuttukları pankart saplarını, dik durması gereken sancak gibi gerdirmeye gayret ediyorlardı. Bezin ana rengi beyazdı, ama tam olarak okunamayan yeşil ve kırmızı yazılar dürülmemiş kısımda göze çarpıyordu.

Gözü, birden açıkta kalan harflerin etrafında dönmeye başladı. İyice baktı. Gözünü çekmeden bezin orta kısmına tekrar tekrar odaklandı. İki tarafı içe doğru dürülmüş bez parçasının ortasına gelen yerinde “istin” kısmı belirgindi. Alt satırda da kelimenin “srail” yazısı, harflerin büyüklüğünden dolayı ancak gözüküyordu. Sola baktı. Ezan okunmak üzere olduğundan camiye doğru usul usul giden cemaatin arka kısmındaki yükseltide ellerinde açık, dürülmüş, küçük-büyük pankartlar bulunan çocukları, gençleri, hemen arkalarında bekleşen kimi çarşaflı, kimi başörtülü, sıkma başlı, az bir kısmı da başı açık kızları ve hanımları gördü.

Hatırladı. İki gün önce gıyaben bir cenaze namazı kılınacağı duyurulmuştu sosyal medyadan. Uzun zamandır, böyle eski günleri hatırlatan amaçlı tezahürat yapan topluluklar görmediğinden içerisine bir neşe gelmiş olabilir. Bakışlarını Ulu Cami’nin portaline çevirdi. Ama gözlerini uzaklara gitmekten meneden herhangi bir irade yoktu. Uzaklara derken, ana kapının taşlarındaki Selçuklu tarzı süslemelerin derinliklerine demek istedik. Bir süre daldı kaldı. Eski günlere gitti.

302 Mercedes bir otobüs kiralanmıştı. Yoldalar. Yolculuk nereye? İzmir’den İstanbul’a gidiyorlar. Niye yollara düştüler? İsrail’i telin mitingi için. İlk defa böyle bir toplulukla yolculuk yapıyor İbrahim. Her sınıftan öğrenci var. Kendisi tedirgin. Böyle bir yolculuğa nasıl karar verdi, hangi saikler etkili oldu bilinmiyor. Sınıfta mitinge gideceklerin listesini yazan kişinin arkadaşı olması mı etkili oldu? Allahu alem. Ama İbrahim’e sorarsanız, belki cevabını bulabilirsiniz.

Zaten babasının zorlaması ile tercih ettiği ilahiyat fakültesine ilk defa gelirken bir ayağı geri geri gitmişti sanki. Utana sıkıla kayıt yaptırmış, kara kara düşünerek tekrar kasabasına dönmüştü. Ama okula başlayınca, Ezher mezunu mahalle imamının telkinleri sayesinde kendisine biraz cesaret geldi. İmam, “korkacak bir şey yok.” demişti. Kur’an’ı daha ilkokulda iken yaz tatillerinde camide öğrenmişti. Yetmezdi elbette. Ama Hocanın da ifade ettiğine göre azmederek Kur’an okumaya çalışıp eksikliklerini giderebilirdi. Zorlanacağı tek dersin Arapça olabileceğini vurgulamıştı mahalle imamı. Bu konuda kendisine yardım etmeye hazır olduğunu, dile getirerek özgüven aşılaması da yapmayı ihmal etmemişti.

Okula başlayınca bazı radikal kararlarlar aldı. Bunlardan birisi de “Cuma Müslümanlığını” terk etmek ve beş vakit namazı aksatmadan kılmak idi. Kötü alışkanlıklardan, bir sigarası vardı. Tiryakiliğinin vaktini sınırladı. Sigaraya fazla para vermeyi pek sevmiyordu zaten. Böylece kötü alışkanlığını neredeyse problem olmaktan çıkarttı. Tabi ki İbrahim’in içinden çıkamadığı konulardan birisi, ilahiyat ortamında kendini nasıl ifade edeceğini bilememesi idi. İmam-hatip mezunu değildi. Bazen konuşulan her kelimenin anlamını bilmeyebiliyordu.

Bir defasında kantinde tek dostu Hasan Hüseyin’in hemşerileri ile bir araya geldiler. Birçok konu konuşuldu. “Türkiye’ye şeriat gelir mi, gelmez mi?”yi tartıştılar. Bir hafta sonra yapılacak başörtüsü için açlık grevine, Nurcuların katılmayacağı haberini ele aldılar. İran devrimi masaya yatırıldı. Vize sınavları konuşuldu. Başörtüsü eylemlerine denk gelen vize sınavlarına girip girmemenin sonuçları tartışıldı. -Bu arada İbrahim eski günleri ne kadar özlediğini hatırladı. Şimdi okulda varsa yoksa borsa, araba, akıllı ev gibi meseleler konuşuluyordu-.

Tam ayrılırken arkadaşlarına, konuştukları vize sınavları konusunu bağlamak için, Allah kolaylık versin cümlesi ile dua edecek olmuştu da hiç tanımadığı bir öğrenci sadece “ecmain” diye karşılık vermişti. Bir süre anlam veremedi bu kelimeye. Bunu bir tarikatın kullandığı taraftarlık şifresi olduğunu zannetmişti. Sıra arkadaşı Hasan Hüseyin’e, “bir de ecmainciler türedi, arkadaş!” deyince Hasan Hüseyin gülmüştü. Sonradan kelimenin anlamını Mevlüt Sarı’nın çok beğendiği “Mevarid”ine bakıp öğrenmişti.

Zaman zaman ibadetler eda edilmesi sırasında haftada bir sadece altı rekât kırık dökük, yarım yamalak cuma namazı kılmanın acısını çekmiyor değildi. Keşke ta çocukluk yıllarında başladığı namaz alışkanlığını devam ettirseydi. Mahcup olurum korkusu ile ilk zamanlar namazlarda bocaladığı da olmuştu. Açığı kapatabilecek mi İbrahim? Namaz kılarken bilhassa tadil-i erkanın nasıl olacağı konusunda uygulama eksikliklerini sormaktan ziyade, İmam-Hatip mezunu öğrencilerin nasıl kıldığını gizli gizli takip ederek tamamlamayı tercih etti. Bu konuda iyi bir izleyici oldu. Yani teori yerine pratik. Bravo İbrahim! Fena bir yöntem değildi hani. İbrahim bunu nasıl aklettiğine kendisi bile şaşırdı.

Otobüse dönelim. O zamanlar “tanışmak sünnettir” mottosu çok yaygın olduğundan otobüs Bergama’ya yaklaşırken tanışma faslına geçildi. Yolculuk anında her sınıftan talebe olduğundan fasıl bereketli geçti. Fakat İbrahim’in ilk defa duyup şaşırdığı, tanışma tarzları oldu. Mesela ilahiyat son sınıf öğrencilerinden olduğunu öğrendiği İrfan, “adım Abdullah, soyadım ümmeti Resulullah” demişti. Cümleyi çok beğenen İbrahim uzun süre diline pelesenk etse de hiçbir zaman bir tanışma cümlesi yerine bu cümleyi kullanamadı.

Cuma namazının edası tamam olunca tesbihata kalmadı İbrahim. Kısa bir duadan sonra kapıya yöneldi. Caminin ana kapısının önündeki nispeten daha küçük meydan, cenaze namazları için kullanılmakta idi. Camiden çıktı. Önündeki insanlar saf düzeni alıyordu. İki saf oluşmuş; üçüncüsü sağ taraftan oluşuma geçmişti. Zihnini yokladı. Cenaze namazı, gıyaben… Kılayım be dedi. Kılmasam mı? İşim acele. “Kılmalısın” dedi içinden tekrar bir ses. “Sen eskiden böyle mi idin? “dedi bir başkası. “Sorgulamanın sırası mı, gıyaben zaten?” dedi, bir diğeri.

Seslerin ardı arkası kesilmiyordu. Şehadet, cihat, Yahudi, lanet, kelimeleri yeşil ışıkta geçen arabalar gibi hızlıca geçti beyninden. Şimdi cenaze namazı, gıyaben… Bu arada ayakları durmuyordu. Ayaklarına bir yerlerden gizli bir emir mi geliyordu, “durma, yürü” diye! Bilemeyiz. Küçük meydanın tırmanış merdivenlerini bitirmek üzere idi. Sol tarafa, cemaate bir bakış fırlattı. Tekrar “Şurada cenaze namazını kılayım,” dedi kendi kendine.

Tereddüt kesilmedi. Karar gelmedi. Sola tekrar baktı. Cenaze falan yoktu. Ama gıyaben dedi. Türk Telekom tarafına baktı. Neyse duadır bu da zaten, dedi. Bu zatenler her zaman başının belası idi. Ama bunu düşünmekten daima imtina ederdi. Zaten, zaten, ne olacak yani! Zaten, gıyaben… Sol ayağını merdivenin son basamağına attı. Sağ ayağına dur diyemedi.  Yukarıdan emir gelmemişti. Çekti gitti.

Yazımızı paylaşın..

Facebook Twitter Whatsapp’ta Paylaş Google Email Print LinkedIn Pinterest Tumblr