CİHAD DERSLERİ- O Erler Ki
O Erler Ki...
O erler ki, gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar.
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibâdetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.
Günü her dem dolup her dem başlayan,
Ezel senedinin imzasındalar.
Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.
Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzâsındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allâh’ın rızâsındalar.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Hz. Ebû Talha (r.a.)
Hz. Peygamber efendimiz, Medîne mescidinde arkadaşları ile sohbet ederken, Ebû Hureyre isimli sahâbî, sohbetin sonunda Hz. Peygamber’e yaklaştı ve kendisinin çok aç olduğunu ve açlıktan dermansız kaldığını söyledi. Hz. Peygamber de onu yakınlarından birisiyle kendi evine gönderdi. Eşlerine de haber gönderip onu doyurmalarını istedi. Hz. Peygamber’in hanımları da yanlarında bu misafiri doyuracak bir şey bulamadılar. Bu durumu üzülerek Hz. Peygamber efendimize ilettiler. Evinde, Hz. Ebû Hureyre’yi doyuracak bir yiyecek bulamayan Hz. Peygamber, cemaate döndü ve:
- “Bu gece aranızda bu arkadaşınızı misâfir edecek birisi yok mu? Kim, onu misafir ederse Allah ona rahmet eylesin!” dedi. Medîne’nin yerlilerinden Ebû Talha, derhal ayağa kalktı ve: “Ben, onu götürür, karnını doyurur ve misafir ederim, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi.
Ebû Talha, Ebû Hureyre’yi alıp evine götürdü. Misafirini içeri aldıktan sonra eşine: “Bu gelen, Rasûlullah’ın misâfiridir. O’nun evinde misafirine yedirecek bir şeyi olmadığı için ben alıp getirdim. Bu misafirden hiçbir şeyi esirgeme! Evimizde ne varsa ona ikram et!” diye tembih etti.
Evin hanımı, evlerine böyle bir misafir gelmiş olmasından dolayı çok memnun oldu ve sevindi ama ne yazık ki, onun da misafire ikram edecek hazır bir yemeği yoktu. Kadıncağız üzülerek eşine şöyle dedi:
- “Vallâhi, evimizde çocuklar için ayırdığım azıcık yemeğimizden başka bir şey yok.” Ebû Talha, bu duruma çok üzüldü ama misafiri getirmişti bir kere, onu doyurması gerekirdi. Bir çözüm yolu düşündü ve hanımına şöyle dedi:
- “Sen, hemen çocukları erkenden uyut. Onlar, bu gece yemek yemeden uyusunlar. Kandili (lambayı) da düzeltir gibi yap ve söndür. Var olan yemeği misafire yedirelim, biz de bu gece aç olarak yatalım.”
Hanımefendi eşinin dediği gibi yaptı. Önce çocukları uyuttu. Sonra sofrayı hazırladı. Var olan yemeğini getirip sofraya koydu. Eşini ve onun getirdiği misafiri sofraya buyur ettikten sonra kalkıp kandille meşgul oldu. Kandili düzeltiyormuş gibi yaparken onu söndürdü. Kandili yakacak ateşleri olmadığı için karanlıkta kaldılar. Ev sahibi kendini misafire yemek yiyormuş gibi gösterdi. Eli yemek tabağına gidip geliyor, fakat ağzına bir şey gitmiyordu. Çünkü elini boş götürüp getiriyordu. Bu arada misafir karnını doyurdu. Misafir tok olarak; evin erkeği, hanımı ve çocukları da aç olarak gecelediler. Sabah olunca erkenden abdestlerini alıp sabah namazı için mescide geldiler. Medîneli Müslümanlarla birlikte Hz. Peygamber’in arkasında saf tuttular ve büyük bir huşû ile sabah namazını edâ ettiler. Sabah namazından sonra Hz. Peygamber cemaate döndü ve şöyle buyurdu:
- “Yüce Allah, bu gece falan kadın ve falan erkeğin, misafirlerine olan ikramını çok beğendi ve yaptıklarını da çok hoş karşıladı. Yaptıkları bu güzel işten dolayı onlar hakkında şu âyeti indirdi:
- “Kendileri zarûret ve ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları (mümin kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim, nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr sûresi, 59/9)
Bu olay Buhârî’de iki yerde (Kitâbu Menâkıbil-Ensâr 9; Kitâbu’t-Tefsîr 306) geçiyor. Her iki yerde de rivâyetin birinci râvisi Hz. Ebû Hureyre’dir. Bu rivâyetlerde Hz. Ebû Hureyre kendi adını vermeden: “Nebi (s.a.v.)’e bir adam geldi” demektedir. Her iki rivâyette de, misafiri evine götüren şahsın Ensardan biri olduğu söylenirken ismi açıklanmamaktadır. Müslim de bu olayı Hz. Ebû Hureyre’den rivâyet ediyor. Müslim’deki (Kitâbu’l-eşribe 172-173) rivâyetlerde de: “Bir adam geldi” ifadesi geçiyor. Bir rivâyette Ebû Talha’nın ismi zikrediliyor. Tirmizî’de (Tefsir 60) Ebû Hureyre’den hadisin son bölümü rivâyet ediliyor. Sadece, Ensardan birinin misafire olan ikramı anlatılıyor.
Olayın kahramanı Ebû Talha, Medinelidir, yani Ensardandır. Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kolundandır. On yıl Hz. Peygamber’e hizmet eden Enes b. Mâlik’in üvey babasıdır. Müslüman olmasına Enes’in annesi Ümmü Süleym sebep olmuştur. Kocası (Enes’in babası) Mâlik’in hicretten önce ölümü üzerine Ebû Talha’dan evlenme teklifi alan Ümmü Süleym, Ebû Talha’nın Müslüman olmamasının bu evliliğe engel teşkil ettiğini, şayet İslâm’ı kabul ederse kendisinden mehir almadan evliliğe evet diyeceğini söyledi. Bunun üzerine Ebû Talha, Müslüman oldu ve Ümmü Süleym ile evlendi. Bu evlilikten Abdullah ve Ebû Umeyr adında iki oğulları dünyaya geldi.
Ebû Talha, hicretten önce yapılan Birinci Akabe bîatında kabilesini temsil etti. Hicretten sonra Hz. Peygamber ile bütün savaşlara katıldı. Uhud ve Huneyn savaşlarında gösterdiği kahramanlık dillere destandır. Ashâb-ı Kiram arasında cesâreti, yiğitliği ve bilhassa gür sesiyle tanınırdı. Bundan dolayı Hz. Peygamber’in: “Ebû Talha’nın asker içindeki sesi bir grup insandan daha etkilidir.” diye buyurduğu rivâyet edilmektedir. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 352)
Hz. Enes, annesi Ümmü Süleym ve üvey babası Ebû Talha’ya ait çok güzel hâtıralar anlatır. O hatıralardan biri de şöyledir: Bir gün Ebû Talha üvey oğlu Enes’i göndererek Hz. Peygamber’i yemeğe davet eder. Suffe ashâbı ile mescitte oturan Hz. Peygamber, Enes daha bir şey söylemeden yemeğe davet edildiğini anlar ve yanındaki yetmiş veya seksen sahâbîyi alarak davete gider. Bunun üzerine Ebû Talha telaşlanır, fakat Ümmü Süleym, Hz. Peygamber varken telaşlanmanın yersiz olduğunu söyler ve onu teskin eder. Hz. Peygamber, yemeğin bereketlenmesi için duâ eder ve davetlileri onar kişilik gruplar halinde sofraya oturtur. Sofraya oturan herkesin karnı doyar. (Buhârî, Menâkıb 25)
Hicretten sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde ikâmet eden Hz. Peygamber’e herkes yiyecek-içecek götürürken, Ümmü Süleym de on yaşındaki oğlu Enes’i götürmüş ve: “Ey Allah’ın elçisi! Ensar’dan sana hediye getirmeyen kimse kalmadı. Ben de bu oğlumu sana hediye ediyorum; devamlı sana hizmet etsin.” demişti. Hz. Enes, gece annesinin yanında kalır, gündüzleri de Hz. Peygamberle birlikte olur ve ona hizmet ederdi. Hz. Peygamber, bu aileyi çok sever ve sık sık onları ziyaret ederdi.
Hz. Peygamber efendimizle birlikte bütün savaşlara katılan, katıldığı her savaşta dillere destan kahramanlıklar gösteren Ebû Talha’nın bu kahramanlıkları hakkında değil de, bir misafiri doyurması hakkında âyet-i kerîme nâzil olması konusunda biraz düşünmemiz lazım. Özellikle içinde bulunduğumuz bu zamanda dünyanın değişik yerlerinde aç ve yardıma muhtaç milyonlarca Müslüman’ın bulunduğunu bilerek daha çok ve daha iyi düşünmemiz lazım.
Aslında Ebû Talha, yoksul birisi değildi. Hem kendini hem de misafirini doyuracak imkâna sahipti. Zaten bu imkâna güvenerek, Hz. Peygamber’in işaret ettiği misafiri alıp evine götürmüştü. İmkânı vardı ama belki o akşam evde yiyecek bir şey yoktu. Kendilerinin ve çocuklarının yiyebileceği az bir yemeği misafirlerine yedirip kendileri aç olarak sabahladılar. Öyle anlaşılıyor ki, kendileri de çocuklar da fazla aç değillerdi. Sabaha kadar idare edebilecek durumları vardı.
Ebû Talha ve eşi Ümmü Süleym, ellerinde ve evlerinde var olan yiyeceği misafirleriyle paylaşmadı; tamamen misafire ikram ettiler. Misafiri kendi nefislerine tercih etti ve Yüce Allah’ın rızasını kazandılar. Bu sebepten dolayı da Yüce Allah tarafından tebrik ve tebcil edildiler.
Biz, bu güzel insanlar gibi yapamıyoruz; yapamayız da. Ama hiç olmazsa elimizde olanı paylaşmasını bilelim. Rabbimizin bize verdiğini muhtaçlarla paylaşalım. İnfak müessesesini çalıştıralım. Dünyanın değişik yerlerinde cihâd eden İslâm mücâhitlerini desteksiz, yoksulları ekmeksiz bırakmayalım. Yiyeceği olmadığı için takatsiz, içecek suyu olmadığı için dermansız kalanların imdadına yetişelim. Bu asırda takatsiz ve dermansız kalanların Hz. Ebû Hureyre gibi Hz. Peygamber efendimize başvurduklarını, efendimizin de onları bize gönderdiğini kabul edelim, yoksullara bu gözle bakalım.
Harcamalarımıza dikkat edelim. Lüzumsuz harcamalarımızı kısarak, buradan elde edeceğimiz tasarrufu, dünyanın değişik yerlerinde cihâd eden İslâm mücâhitlerine göndersek ne kadar iyi olur, değil mi? Onlar orada, cephede düşmanla savaşırken; biz de burada nefsimizle savaşmak mecburiyetindeyiz. Bunu unutmayalım. Nefsi alt etmeden cennete girmenin zor olduğunu da bilelim. Bu olay üzerine nâzil olan âyetin son cümlesini bir daha okuyalım: “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr sûresi, 59/9)
Yâ Rabbi! Hz. Osman’ın Medîne’de satın alıp Müslümanlara bağışladığı Rûme kuyusu gibi, Afrika’da su kuyuları açıp oralardaki Müslümanları hizmetine sunan kardeşlerimizi Cennet’te Hz. Osman efendimize komşu eyle! Gazze’de, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika’da, Afganistan’da ve dünyanın değişik yerlerinde iftar sofraları açarak yoksullara, mazlumlara, mağdurlara ve mustaz’aflara iftar ettiren kardeşlerimizi de Cennet’te Hz. Ebû Talha’ya komşu eyle! (Âmin)
Kaynaklar: Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 9, Tefsîr 306; Müslim, Eşribe 172-173; Tirmizî, Tefsîr 60; İbn Hacer, Fethü’l-bârî, VIII, 631-633; Aynî, Umdetü’l-kârî, XIX, 226-227.
Hz. Huzeyfe (r.a)
Hz. Huzeyfe, İslâm’ın gelmesinden yıllar önce Mekke’den Medine’ye yerleşen bir ailenin oğludur. Mekke’den Medine’ye gelen büyük dedesi Cirve, aslen Yemenli olan Abduleşheloğulları ile bir antlaşma yaptığı için kendisine Yemân denilmiş, Huzeyfe de İbn Yemân (Yemân’ın oğlu) diye anılmıştır. Huzeyfe, babasıyla birlikte Bedir Savaşından önce Müslüman oldu. Annesi Rebâb da Hz. Peygamber’e bîat eden ensar kadınlarındandır.
Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber’in yanında yer almak üzere yola çıkan baba-oğul yolda müşriklere yakalandılar. Hz. Peygamber’e katılmayacaklarına dair söz vermeleri üzerine serbest bırakıldılar. Hz. Peygamber’e durumu anlatmaları üzerine de Hz. Peygamber kendilerine sözlerinde durarak savaşa katılmamalarını söyledi. Hz. Huzeyfe daha sonra yapılan bütün savaşlara katıldı. Hz. Peygamber’in zekât işleri ile ilgili kâtipliğini yaptı. Debâ’da oturan Ezd kabilesinin zekâtını toplamak üzere Hz. Peygamber tarafından oraya görevli olarak gönderildi. Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında Medâin’e vali tayin edildi. Kudretli bir yöneticilik yaptı ve Medâin şehrini imar etti.
Hz. Huzeyfe, 36/656 yılında Hz. Osman’ın şehid edilmesi ve Hz. Ali’ye bîat edilmesinden kırk gün sonra Medâin’de vefat etti. Hz. Huzeyfe’nin en önemli özelliği, Hz. Peygamber’in sırdaşı olmasıdır. Hz. Peygamber’in hiçbir sahâbîye vermediği bir kısım bilgileri ona verdiği, bundan dolayı Medîne’deki münafıkların adını ve ileride meydana çıkacak fitne hareketlerini ondan başka kimsenin bilmediği rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Ali, onun bu özelliğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir.
Hz. Huzeyfe, zühd ve takvâsı ile tanınan bir sahâbîdir. Vali olarak gittiği Medâin’e merkebinin sırtında girmiş, şehrin ileri gelenleri Hz. Ömer’in tâlimâtına uyarak ona ne kadar maaş istediklerini sorduklarında, sadece kendisi doyacak kadar yiyecek ile merkebi için bir miktar yem istemiştir. Valiliği sırasında Hz. Ömer onu bir ara yanına çağırmış, yaşadığı sâde hayatta herhangi bir değişiklik olmadığını görünce çok sevinmiş, kendisini tebrik ederek tekrar Medâin valisi olarak görevlendirmiştir.
Hz. Huzeyfe vefat etmeden önce kendisine pahalı kefen alınmamasını tembih etmiş, Allah’ın huzuruna gösterişli kefenle değil, samîmi bir îmân ve ibâdetle çıkmanın önemli olduğunu hatırlatmıştır.
Hendek Savaşı’nda Hz. Huzeyfe (r.a.)
Hz. Huzeyfe’nin yeğeni Abdulaziz şunları anlatıyor:
“Amcam Huzeyfe, Hz. Peygamber ile birlikte katıldığı olayları anlatınca, Hz. Peygamber’e yetişemeyen çevresindeki insanlar (tâbiûn) şöyle dediler:
“Biz de o günlere yetişseydik şöyle şöyle yapardık.” Amcam da onlara şöyle dedi:
“Böyle söylemeyin! Allah o günleri bir daha göstermesin. Bana, Hendek Savaşı’ndaki o geceyi hatırlattınız. Biz, bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahûdileri de alt tarafımızdaydı. Bunların, Medîne’deki çoluk çocuğumuza bir şey yapmalarından korkuyorduk. Hiç, böylesine bir karanlık ve böylesine fırtınalı gece geçirmemiştik. Rüzgâr adeta ıslık çalıyor, karanlıkta kimse parmağını bile göremiyordu. İşte böyle bir gecede cephede bizimle birlikte bulunan münafıklar: “Evlerimiz açıktır, çocuklarımız sahipsizdir.” diyerek Hz. Peygamber’den izin istediler. Hâlbuki evleri açık değildi. İzin isteyen herkese izin verildi. İzin alanlar sıvışıp gidiyorlardı. Hz. Peygamber’in yanında kalan bizler üç yüz küsur civarındaydık. Tek tek Hz. Peygamber’in yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak kalkanım ve ne de beni soğuktan koruyacak bir elbisem vardı. Sadece üzerimde dizlerimi geçmeyen eşimin yün örtüsü vardı. Diz üstü oturuyordum. Hz. Peygamber yanıma geldi ve:
-“Kimsin?” diye sordu.
-“Huzeyfe.” dedim.
-“Huzeyfe! Nerdesin?” diye buyurdu. Ben de yerimden kalkmak istemeyerek:
-“Buradayım, buyur ya Rasûlallah!” dedim.
-“Düşman içinde kıpırdanmalar var. Git, durumları hakkında bana haber getir.” buyurdu.
Ben, oradaki halkın en çok korkanı ve en çok üşüyeniydim. Yerimden kalktım ve hareket etmeye başladım. İşte bu sırada Hz. Peygamber:
“Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden ve altından gelecek bütün belâlardan koru!” diye duâ etti. Vallahi bundan sonra korku ve üşümek nedir bilmedim. Bende korkunun ve üşümenin eseri kalmadı. Kendimi hamamdaymışım gibi hissetmeye başladım. Tam gitmek üzereydim ki Hz. Peygamber:
“Ey Huzeyfe! Oralarda herhangi bir şey yapma. Onlara ne ok atacak, ne taş atacak, ne de mızrak saplayacaksın. Ne de kılıç vuracaksın. Hiçbir şey yapmayacak, sadece bilgi getireceksin.” diye tembihte bulundu.
Bu tâlimâtı aldıktan sonra yola koyuldum. Müşrik ordularına yaklaştım. Isınmak için yaktıkları ateşin ışığında onları seyrettim. İri, esmer bir adam, eliyle ateşi gösteriyor ve böğrünü tutarak:
-“Yüklerinize dikkat edin, yanmasın.” diyordu. Ebû Süfyan’ı ilk defa burada gördüm; sırtını ateşe doğru tutmuş ısıtıyordu. Kendi kendime: “Ben daha neyi bekliyorum; Allah düşmanını yakalamışken neden hakkından gelmiyorum?” dedim ve ok çantamdan beyaz tüylü bir ok çıkardım. Ateşin ışığında, atmak için yayıma yerleştirdim. Rasûlullah’ın “Oralarda bir şey yapma! Benim yanıma dönüp gelinceye kadar oralarda bir hadise çıkarma!” tembihini hatırlayınca, oku yaydan çıkarıp ok çantama koydum. Eğer ona bir ok atmış olsaydım, kesinlikle vururdum. Bu sırada bana bir cesaret geldi. Müşrik ordularının içine daldım ve ortalarına kadar gittim. Tam bu sırada Ebû Süfyan, müşriklere karşı dönerek:
“Dikkat edin! Aranıza casuslar karışmış olabilir. Herkes yanında bulunanın kim olduğuna dikkat etsin! Herkes yanında oturanın elini tutsun ve kim olduğunu sorsun!” Ebû Süfyan böyle der demez hemen sağ elimi uzatıp sağ yanımdakinin elini tutup kim olduğunu sordum. Sağ yanımdaki: “Ben, Amr b. el-Âs!” dedi. Bu sefer de sol elimi uzatıp sol yanımda oturana: “Sen kimsin?” diye sordum. O da: “Ben, Muâviye b. Ebî Süfyan!” dedi. Ben onlardan önce davranıp bu bâdireyi atlattım. Bu yoklamadan sonra Ebû Süfyan şunları konuştu:
“Ey Kureyş topluluğu! Artık burada duramayız. Atlar, develer ölmeye başladı. Kıtlık ve yokluk her tarafı sardı. Kurayza oğulları Yahûdileri de bize verdikleri sözde durmadılar, döneklik ettiler. Onlardan hoşumuza gitmeyen haberler gelmeye başladı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Ne tencerelerimizi, ne ateşlerimizi ne de çadırlarımızı yerinde bırakıyor. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben, yola koyuluyor ve gidiyorum.” Ebû Süfyan, bu konuşmasından sonra devesine doğru yürüdü ve devesine binerek yola koyuldu. Hz. Peygamber efendimiz bana: “Dönüp bana gelinceye kadar bir hadise çıkarmayacaksın.” diye emir vermemiş olsaydı ve isteseydim, Ebû Süfyan’ı okla vururdum. Benim en yakınımda bulunan Âmir oğulları birbirlerine:
-“Ey Âmir oğulları sülalesi! Yüklerinize dikkat edin, bırakmayın. Burada durulmaz artık.” diyorlardı. Bu ordunun içinde rüzgâr çok daha sert ve şiddetli esiyordu. Vallâhi yükleri ve yatakları arasında, fırlayan taş sesleri işitiyordum. Bu taşları rüzgâr fırlatıyordu. Bütün bunları gördükten ve düşmanın yola koyulduğuna şahit olduktan sonra kendi ordumuza doğru yola çıktım. Kendimi yine hamamdaymışım gibi hissediyordum. Tam yolu yarıladığım sırada beyaz sarıklı yirmi kadar süvari ile karşı karşıya kaldım. Onlar:
-“Rasûlullah’a haber ver. Allah onların hakkından gelmiştir.” dediler. Rasûlullah’ın yanına vardığımda, örtüsüne bürünmüş namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra gördüklerimi kendisine anlattım. Allah’a yemin ederim ki, döner dönmez, tekrar üşümeye ve titremeye başladım. Rasûlullah sallalâhu aleyhi ve sellem kendisine doğru yaklaşmamı işaret etti, ben de yaklaştım. Beni ayakucuna yatırdı. Ben de örtüsünün bir ucunu üzerime çektim ve uyudum. Sabah namazı vaktine kadar uyumuşum. Namaz vakti girdiğinde: “Ey uykucu! Kalk artık!” dedi ve beni uyandırdı.”
Hz. Huzeyfe’nin yaptığını hiçbirimiz yapamayız. Hz. Peygamber efendimiz, kendisini korkak ve cesaretsiz olarak gören Huzeyfe’yi bu işte görevlendirerek ona cesaret ve özgüven kazandırmıştır. Liderler, Hz. Peygamber’i örnek alarak, çevrelerindeki en zayıf insanları kahraman yapabilirler. Liderlik de işte budur zâten. İslâm dâvâsında yola koyulan mücâhidler, ben şu işi yaparım ama şunu yapamam, demeyecekler. İş başa düştüğü zaman her işin altından kalkabileceğimizi gösteren canlı bir tarih var elimizde. Bu güzel insanların hayatı ağlamak ve gözyaşı dökmek için okunmaz, ibret almak ve onlara benzemek için okunur.