ADAYIŞ

İmran’ın Karısı; ‘Rabbim karnımdakini tümüyle hür birisi olarak yalnızca sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin!’ dediği zaman….”
Bu ayet adayışın timsali İmran’ın Karısı Hanne’nin ağzından verilmiş. Kur’an genel üslubunda yaptığı gibi bu konuda da ayrıntıya girmiyor. “İmran’ın Karısı” demekle yetiniyor ve iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi eylemi yapanın kadın olduğu gerçeğine, yani bizzat ananın adayış eylemini gerçekleştirdiği gerçeğine ki bunda düşünenler için birçok hikmetler vardır. Babanın evladına olan duygusal bağıyla, ananın evladına olan bağı arasında en az bire üç fark vardır. İşte burada öz ciğerparesini bağışlayan bir kadınla, yani bir anayla karşı karşıyayız. Buradan hareketle kadına elindeki imkanları kullanması halinde “hayır yarışında” Müslüman erkekten hiç de geri kalmayacağı, hatta fersah fersah geçeceği öz kaynakları haber veriliyor. İkinci önemli nokta da “İmran’ın Karısı” tamlamasının “tamlayan”ı olan “İmran” gerçekten olayın da tamamlayıcısı, bütünleyicisidir. Kadına yukarda izah etmeye çalıştığımız özgün kaynakları hatırlatırken, bu kaynağa sahip olması için de olayın bütünleyicisi olan “erkek” hatırlatılarak “aile” öne çıkartılıyor. Ailenin reisi ve adayan Hanne’nin kocasının ismi zikredilerek konu dengeleniyor. Böylece örnek aile modeli öne çıkarılarak böylesi bir eylemin gerçekleşmesinin toplum sitesinin yapı taşı olan örnek aile modelinin gerçekleştirilmesiyle mümkün olacağı gerçeğidir.
“İmran’ın Karısı”, adını ölümsüzler kitabına kaydettirecek adayış eylemini “Rabbim, karnımdakini tümüyle hür birisi olarak yalnızca sana adadım.” diyerek gerçekleştiriyor. Hanne bu eylemi gerçekleştirirken hiç kuşkusuz hayatta sahip olabileceği en değerli varlığını verdiğinin şuurundaydı. Yani “adak”, Hanne’nin bütün bir ömürde, o da nice bir bekleyişten sonra, sahip olabildiği tek yavrusuydu. Fakat ricasını kırmayıp duasını kabul eden ve geçmiş yaşına rağmen kendisine evlat veren Allah’a teşekkür etmenin, verilen nimetin devam etmesinin hatta artmasının şartlarından olduğunu biliyordu. İkrama ikram gerekti. Lütfa şükür, nimete teşekkür gerekti. Nasıl teşekkür etmeliydi Rabbine ki bu olağanüstü nimete karşılık olsun? Hanne Rabbine olan bağlılığına ve sevgisine layık bir teşekkür ifadesi olarak sahip olduğu şeyler içerisinden en kıymetli olanını ciğerparesini seçip adıyordu. Değil mi ki her bir şeyin gerçek sahibi O’ydu. Değil mi ki “O’ndan geldik ve yine O’na dönecektik.”(2/156) Ve değil mi ki “Her şey fani olacak yalnızca O’nun rızası baki kalacaktı.” (55/27) “Mülkün gerçek sahibiydi O.”, “Yerde, gökte ve o ikisi arasındakilerin tümü O’nundu.” Dünya hayatı ve bu hayatın evlat, mal vs. gibi aksesuarları mı? Onların tümü “az bir geçimlikti” (3/197), “mallar ve evlatlar insan için bir sınav aracıydı.” (8/28) Her şeyin sahibi “nefsinizi ve ehlinizi ateşten koruyun” diye emrediyordu. Hanne de yavrusunu Rabbine adamakla nefsini ve yavrusunu ateşten korumuş, O’nun verdiği emaneti O’na emanet etmekle en doğrusunu yapmıştı.
İş canından bir parçayı vermekle bitmiyordu. Hem verdi hem yalvardı hem adadı hem de adadığı kapının eşiğine yüzünü sürerek dedi ki; “Rabbim benden kabul buyur!” Hanne’nin bu sözünde adağının kabul edilip edilmeyeceğinin heyecanla karışık kaygılı bekleyişi ve engin bir tevazu ile boyun büküş var. “Rabbim karnımdakini….Sen işitensin, bilensin!” Hiçbir söze gerek yoktu nasıl olsa “O duyuyor, “O biliyordu.” Bu da Hanne’ye yetip artıyordu.
Onu doğurunca-Allah onun ne doğurduğunu bilip dururken-şöyle dedi: ‘Rabbim onu kız doğurdum, (halbuki) erkek kız gibi değildi. Adını da Meryem koydum. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.” Bu ayette Allah’a atfedilen “Rabbi onun ne doğurduğunu bilip dururken” cümlesini alimler “Çocuğun değerini sen takdir edemiyorsun. Oysa ki Allah onun gerçek değerini biliyor ve takdir ediyor.” şeklinde yorumlamışlardır. Doğumu kız olarak gerçekleştiren Hanne’nin kapıldığı telaş, üzüntü ve özür diler tavrın en azından yersiz ve gereksiz olduğu Allah tarafından vurgulanıyor. Hanne’nin beklentisinin aksine çocuğun kız olması Hanne için çetin bir sınav olmuştu. Böylece Rabbi onun ihlasını sınamıştı. Niyetinde samimi ve kararlı mıydı, yoksa onun adayışı anlık ve fevri bir duyguya mı dayanıyordu?
Hanne’nin hüznü ve şaşkınlığı uzun sürmedi. Hemen duruma intibak ederek olayı tam bir teslimiyetle kabul etti. Bundan sonra yapılacak şey adağa iyi davranmak, onu, bir emanet olduğu bilinci içerisinde koruyup kollamaktı. Maddi korumayı kaygı etmiyordu. Asıl kaygı ettiği ve üzerinde titrediği şey adağın manevi açıdan korunmasıydı. Çünkü işin bu yanı onun boyunu aşardı. O bunun bilincindeydi. Tıpkı şeytanın daha doğar doğmaz insana musallat olacağının bilincinde olduğu gibi. Çünkü o insanın ezeli düşmanıydı. “Kuşkusuz şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.” (12/5)
Çocuktu, büyüktü demezdi bu düşman. İnsan daha ana karnındayken ona tebelleş olur, doğar doğmaz da kendi şeytani yoluna adanıp, kendi askeri olması için yoklamaya başlardı. Kim bilir bu gerçeği bildiği için Hanne en garantili yöntemi seçerek, daha ana karnındayken Allah’a adamış, bununla da yetinmemiş, doğar doğmaz ilk yaptığı iş şu duada bulunmak olmuştu:
“Onu ve soyunu, kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.” Bu dua Hanne’yi “tüm analara analık öğreten biri” olarak karşımıza çıkarıyor. O analığın sadece yedirmek, içirmek, giydirmek olmadığını öğretiyordu. O, Kur’an tarafından tüm zamanların adayış örneği seçilerek ebeveynlere evladın istikbalini düşünmenin ona rahat bir geçimlik, yüklü bir miras bırakmak değil, onu şeytanın şerrinden emin olacağı bir kapıya rehin bırakmak olduğunu öğretiyordu. Kur’an tarafından insanlık ailesine örnek anne seçilen Hanne yaptığı duayla adeta rabbinin kapısını çalarak demişti ki:
“Adak doğdu. Bundan sonra onun tasarrufu bana değil sana aittir. Bu nedenle onu sana ısmarlıyorum.” Bu samimi çıkışın ardından cevabı Allah Rasulü’nün dilinden öğreniyoruz: “Doğmuş hiçbir insanoğlu yoktur ki şeytan ona dokunmasın. Ancak İmran’ın Karısının kızı ve onun oğlu müstesna. Çünkü İmran’ın Karısı onu doğurunca dedi ki: “Ya Rabbi, onu ve neslini taşlanmış şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.” Bizim çocuklarımızı eğitmek konusunda bizden çok daha çabuk davranan şeytan ve dostlarının yavrularımıza kurduğu bu tuzağı parçalamanın yolu da böylece öğretilmiş oluyordu. Yani sanıldığı gibi çocuğun terbiyesi ve muhafazası akıl ve baliğ olunca değil ana rahmine düşünce başlıyordu. Hanne adağı sahibine ısmarlamış ve adayış süreci içerisindeki görevini yüz akıyla tamamlamıştı.
Rabbi onu güzel bir biçimde kabul buyurdu ve onu bir çiçek gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bahçıvanlığına memur etti. Zekeriya onun bulunduğu mabede her girişinde bir rızık buluyordu. “Ey Meryem bu sana nereden?” diye sorar; O’da “Bu Allah katındandır” derdi. “Zira Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”
İmran’ın karısı Hanne’nin iki ricası olmuştu rabbinden adağın kabulü ve şeytanın şerrinden korunması. Birincisini daha doğmadan, ikincisini doğar doğmaz talep etmişti rabbinden. Bu talebe verilen cevabı da yine ayetten öğreniyoruz: “Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti.”