ABDULLAH YILDIZ: “MODERN İNSAN TÜKETİM KÖLESİ”

Kıymetli Baciyan Dergisi okurları, bu sayımızda hepimizin severek sohbetlerini dinlediği, kitaplarını okuduğu kıymetli hocamız Abdullah Yıldız ile beraberiz.
-Hocam biz sizi verdiğiniz sohbetlerden, yazdığınız kitaplardan gayet iyi tanıyoruz ama bizlere kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1954 yılında Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Ayşehoca köyünde doğmuşum. İlkokulu köyümde okudum. İmam Hatip Lisesi’ni 1973 yılında Adana’da bitirdim. 1976’da Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldum. 1980’den itibaren çeşitli eğitim kurumlarında toplam 23 yıl öğretmenlik yaptım. 1976-1978 yıllarında haftalık Yeniden Milli Mücadele dergisinde; 1978-1980 döneminde aylık Pınar dergisinde yazdım. 1991 yılından itibaren zaman zaman Umran dergisinde, Ocak 2001’den bu yana da her Salı günü Yeni Akit gazetesinde yazıyorum. 1991’de ilk kitabım yayımlandı: “Namaz Bir Tevhid Eylemi”. O tarihten itibaren namazı sevdirmeye yönelik çalışmalarımız katlanarak artmaya başladı. 2006’da bir grup yazar arkadaşımla birlikte kurduğumuz Namaz Gönüllüleri Platformu, bütün Türkiye’de ve Avrupa’da binlerce insanın namazla buluşmasına ve namaz bilinci kazanmasına vesile oldu. Evliyim; dört çocuk babası, beş de torun dedesiyim. Otuzu aşkın da kitabım var.
-Sizce tüketim nedir? Tüketim denilince ne anlamalıyız? Tüketmeden yaşamak mümkün mü?
“Tüketim” kelimesini işitince, nedense ilk olarak aklıma Beled suresinin 6’ncı ayetinde tanımlanan ve mal-mülk ve servet tüketmekle övünen insan tipi aklıma gelir: Vahyî değerlerden tamamen uzak olan, hatta insanlığını da yitirmiş bulunan bu inkârcı insan türü şöyle der:
“Ben yığınla mal tükettim!”
Fakir fukaraya, aç ve açıkta kalan insanlara, o çokluğuyla övündüğü malından vermesi, yığıp durduğu parasından Allah için harcaması önerilse, kırk dereden su getirerek mazeretler ileri sürer ve hatta fakir fukarayı suçlamaya kalkar. Ama kendi çıkarı ve nefsi için, oyun ve eğlence olsun diye çılgınca para harcamaktan çekinmez. İşte çağımızda da egemen olan ve modern insanı kulu-kölesi haline getiren böyle bir tüketim anlayışı, bizim anlayışımız olamaz. Müslümanlar ise böylesine süfli bir “tüketim kölesi” asla olamazlar, olmamalıdırlar!
Peki ama, “Tüketmeden yaşanır mı?”
Elbette insanlar, zaruri ihtiyaçlarını karşılamadan hayatta kalamazlar. Bir kelâm-ı kibar vardır:
“Yaşamak için yemeli ama yemek için yaşamamalı.”
Hayatta kalabilecek, insanca yaşayacak kadar yemeli, tüketmeli ama yemeyi “amaç” haline getirmemeli, bir “yaşam biçimine” dönüştürmemeliyiz. Yazık ki, “modern yaşam” diye sunulan ve yeryüzüne egemen olan Batı tipi, batıl ve seküler hayat tarzı, insanlar için yemeyi, içmeyi ve diğer hayvani hazlarını tatmin etmeyi hayatın yegâne gayesi haline getirmiş bulunuyor.
-İsraf nedir? İsraf konusunu dini, sosyal, aile, birey ve zaman açısından değerlendirir misiniz?
İşte tam da burada, “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31) ilahi düsturu karşımıza çıkar.
Bir önceki soruyu cevaplarken söz konusu ettiğim kelâm-ı kibardan hareketle bu âyet-i kerimeyi anlamaya çalışırsak, şöyle diyebiliriz:
Evet, yaşamak için yemek ve içmek zorundasınız; elbette hayatınızı idame ettirmek bakımından Allah’ın verdiği helal rızıklardan yiyecek, içeceksiniz. Ama yemeyi amaç haline getirerek, helal-haram demeden ve midenize taparcasına yemeyecek ve içmeyeceksiniz.
Bu bağlamda, hazlarını hızla tatmin etmekten başka amacı olamayan inkârcı materyalist insan tipleri için Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan şu ifade, doğrusu çok manidardır?
“…Onlar hayvanların yedikleri gibi yerler…” (Muhammed, 12)
Müslüman böyle “hayvanlar gibi” saçıp savurarak yiyen, bir şiirde geçtiği üzere, ‘çatlayıncaya, patlayıncaya kadar’ yiyen mideperest ya da bir hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, “midesinin kulu” haline gelen bir insan tipi olamayacağı gibi, paylaşma konusunda duyarsız, cimri ve çıkarcı bir insan türü de olamaz. Çok bilinen bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “komşunuz açken siz tok yatamazsınız”. Sahip olduğunuz imkanları ‘har vurup harman savurarak’ çöpe dökemezsiniz. Beled suresinin 6’ncı ayetinde tanımlanan mal tutkunu insan tipinin başkalarına karşı tüketmekle övündüğü gibi, siz yığınla mal tüketirken, komşunuzu, akrabanızı, işçinizi ve yeryüzündeki diğer insanları aç ve açıkta bırakamazsınız.
Kuşkusuz sadece gıda maddelerini değil, Allah’ın biz kullarına lütfettiği bütün imkanları ve nimetleri, Allah ve Resûlünün gösterdiği tarzda ve israf etmeden, hakkını vererek, helal dairesinde ve şükrünü eda ederek kullanmalıyız. Zaman nimeti de elbette bunların başında gelir…
-İslam dünyası israf hakkında yeterince bilinçli midir? Müslümanları israf konusunda nasıl değerlendirirsiniz?
Hadi, “zaman” kavramından söz etmişken, buradan devam edelim. Maalesef, Müslümanlar olarak zamanımızı, enerjimizi, imkanlarımızı ve bize bahşedilen nimetleri boşa harcamakta üzerimize yok…
Rivayet edilir ki, Peygamber Efendimiz (s.a), boş boş oturan bir adamın yanından geçerken ona selam vermez. Dönüşte aynı adamı elindeki asayla toprağı karıştırırken görür ve bu kez ona selam verir. Sahabeler sorarlar:
“-Ey Allah’ın Resûlü! Giderken adama selam vermediniz ama gelirken selam verdiniz. Niçin?”
Efendimiz (s.a), adamın giderken boş oturduğunu ama gelirken bir şeylerle meşgul olduğunu, bu yüzden gelirken selam verdiğini açıklar. Tembelliğe, miskinliğe izin vermeyen, zamanın kıymetini sürekli vurgulayan bir Peygamber’in (s.a) ümmeti vaktini boşa geçiremez demektir bu.
Yazık ki, Müslüman dünyanın büyük bir kısmı sefaleti yaşarken ve ekmek dahi bulamazken, azınlıkta olan diğer varlıklı bir kısmı da gırtlağına kadar israf içinde zevk-u sefa sürebiliyor. Şu haz ve hız çağının zebunu hale gelen kimi Müslümanlar ve özellikle Türkiye Müslümanlarının bir bölümü, yaptıkları israfın farkında bile değiller. Mesela Türkiye’de günde 5 milyondan fazla ekmek çöpe gidiyor. Aynı şekilde her dört tabak yemekten biri de çöpe dökülüyor.
Allah israf edenleri sevmez. Elbette Allah Teâlâ sevmediği kullarına yardım etmez, bereket lütfetmez. Ve israfçıların amelleri boşa gider.
Konu yine yeme içmeye geldi ama bu konu çok önemli…
Hz. Aişe (r.anhâ) annemiz der ki:
“Hz. Peygamber’den sonra bu ümmetin başına gelen ilk belâ, onların doyasıya yemek olmuştur. Zira insanlar karınlarını doldurduklarında bedenleri semizleşiyor, böylece kalpleri zayıflıyor ve şehvetleri serkeşlik ediyor.” (Buhari, Kitabu’z-zuafâ)
Burada geçen kalp, bildiğimiz kan pompası değil, akletmenin ve hissetmenin merkezi olan kalptir. Kan pompası olan kalbin bile doyasıya yani tıka basa yemekten dolayı nasıl bir sıkıntıya girdiği malumdur. Ama akletmenin merkezi olan kalbin, tıka basa yemeyi tutku haline getirmekten dolayı duyarlığını ve tefekkür, takva, huşu, merhamet, adalet, iman, ihsan gibi manevi dünyayı besleyen hassasiyetlerini kaybetmeye başlayacağı ve şehvetlerin serkeşliğe yöneleceği açıktır. Buradaki ‘şehvet’ kavramı da sadece cinsel arzu ve istekler ile sınırlanmamalıdır; bedensel hazların yanında mal-mülk biriktirmek, para-pul yığmak, makam-mevki sahibi olmak gibi dünya nimetlerine taparcasına düşkün olmak da şehvete düşkünlük kapsamına dahil edilmelidir.
-İnsan psikolojisini tüketim çılgınlığı nasıl etkiliyor?
Kur’ân-ı Kerim mala-mülke, tüketime ve çıkarına düşkün olan insan tipine genel manada şöyle dikkat çeker:
“Onun mala karşı tutku derecesinde sevgisi vardır.” (Âdiyât, 8)
Ama bu insan tipi, Rabbine karşı çok nankördür:
“İnsan Rabbinin nimetlerine karşı, kesinlikle çok nankör davranır!” (Âdiyat, 6)
“Kahrolası insan; ne kadar da nankördür!” (Abese, 17)
Evet, insan genel manada nankördür; ama özellikle mal tutkunu, şehvetine tapan, hazlarının zebunu olan ve nefsini ilahlaştıran insan tipi Rabbine karşı sürekli nankörlük yapar…
Kısaca, tüketim çılgınlığı insandaki mal ve haz tutkusunu tetikler. Hazlarının ve nefsinin esiri olan insan ise hevâsını yani hayvani arzu isteklerini “ilah” edinmiş demektir:
“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?” (Furkan, 43; Câsiye, 23)
İşte tüketim çılgınlığının insanı getirdiği kaçınılmaz son ve süfli nokta budur…
-Modern psikolojinin haz odaklı bakış açısına karşı Müslümanca duruş nasıl olmalıdır?
“Modern” kılıflı seküler yaşam biçimine karşı Müslümanca bir duruşun nasıl sergilenebileceğini sahabe-i kiramdan (r.a.) öğrenelim:
Abdurrahman b. Avf (r.a) vefatı öncesinde çok ağlamıştı. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi:
“Mus’ab b. Umeyr benden hayırlı idi. Çünkü o, Resûlüllah (s.a) zamanında vefat etti de kendisine kefen olacak bir şeyi yoktu. Hz. Hamza da benden hayırlı idi. Onun için de bir kefen bulamamıştık. Ben, dünyadaki hayatında iyilikleri kendisine verilen bir kimse olmamdan korkuyorum ve korkuyorum ki, malımın çokluğundan arkadaşlarıma gerekeni yapamadım.”
Ashabın önde gelenlerinden Abdurrahman b. Avf’ın (r.a), Hz. Mus’ab (r.a) ve Hz. Hamza (r.a) gibi kardeşlerini kendi nefsinden üstün görmesinin gerekçesi son derece önemlidir:
Vefat ettiklerinde, üzerlerine kefen olacak bir şeyleri yoktu!..
Abdurrahman b. Avf, helal yollardan kazandığı servetinin çoğunu Allah yolunda harcamış olmasına rağmen, sahip olduklarının ve geride bıraktıklarının hesabını verememe endişesi taşıyor:
‘Dünyadaki hayatında iyilikleri kendisine verilen bir kimse olmamdan korkuyorum’ ifadesi, Hz. Ömer (r.a) başta olmak üzere, ashabın birçoğunu, ahirette bu nimetlerin hesabını verememe korkusuna sevk etmiştir. Onları bu düşünceye sevk eden âyet-i celile ise şudur:
“İnkâr edenler ateşe arz edilecekleri gün onlara: ‘Siz dünya hayatınızda bütün iyi/güzel şeylerinizi harcadınız/tükettiniz, onların zevkini sürdünüz, artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanız ve yoldan çıkmış olmanızdan dolayı aşağılayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.’ (denir).” (Ahkâf 46/20)
Hz. Ömer (r.a), bu ayetten çok korkar ve “Âhirette bu âyete muhatap olmayasınız” derdi.
Sahabe-i kiram, inkârcılar Cehenneme atılırken onlara hitaben söylenecek olan sözden kendilerine bir hayat düsturu çıkararak, dünyada sahip oldukları iyilikleri, güzellikleri, nimetleri (“tayyibât”) diledikleri gibi harcamaktan bile çekindiler de son derece sade hatta kıt kanaat bir hayat yaşadılar. Bu konuda biraz ölçüyü kaçırdıklarını düşünenler ise, işte böyle hüngür hüngür ağladılar…
Peki, biz sahip olduğumuz nimetlerin hesabını nasıl verebileceğimizi hiç düşünüyor muyuz?
-Son zamanlarda sıkça propagandası yapılan ihtiyaç kavramının sınırları nelerdir? Sürekli yenisini, son modelini alma fikrini ortaya atan düşüncenin temelleri nelerdir?
Seküler yaşam biçimi ve liberal-kapitalist ekonomi anlayışı zorunlu olarak serbest piyasa ekonomisini, o da tüketimi kamçılamayı ve yeni ihtiyaçlar türetmeyi beraberinde getirir. Ürettikçe tüketir, tüketimi kamçılamak için reklam ve propaganda araçlarıyla yeni ihtiyaçlar üretirsiniz; çılgınca tükettikçe de daha fazla üretirsiniz… Bu tam bir kısır döngüdür:
Üretmek için tüketmek, tüketmek için de üretmek gerekir…
İşte bu çılgınlık, geleceğimizi de tüketmeye ve entropik olarak yok etmeye doğru bir gidiştir…
-İslam’ın güzelliklerine karşı özellikle gençlere dayatılan kapitalizmin süslü ve kirli yüzüne karşı alternatiflerimiz neler olabilir?
-İslâmiyet, hayatta kalacak kadar helalinden yemeyi, içmeyi, ihtiyaçlarımızı karşılamayı ama israf etmemeyi, haram yememeyi, saçıp savurmamayı, kanaatkâr olmayı, diğerkâm olmayı, Allah’ın verdiği rızıklardan fakire fukaraya, yetime yoksula da vermeyi, kardeşçe paylaşmayı ve benzeri erdemleri bize öğretir. Aksi halde kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olan bu çılgın tüketici koşusu, insanları paranın-pulun, malın-mülkün, haz ve hız kültürünün kölesi haline getirecektir.
Peygamber Efendimiz (s.a) bu tür süfli kullukların zebunu olanlar hakkında buyurur ki:
“Paranın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün), helak olsun! Dinarın kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun. Saçaklı ve şatafatlı (gösterişli) elbiselerin kulu yüzüstü düşsün (sürünsün)! Midenin kulu yüzüstü düşsün (sürünsün) helak olsun, yıkılsın, baş aşağı olsun! Bir şerre uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine verildiği zaman razı olur, verilmezse kızar ve gazaplanır.” (Buhari, Cihad 7, Rikak 10; İbn Mace, Zühd 8.)
Esasen, paranın, dinarın, elbisenin, modanın ve midenin kulu haline gelen insanlar sürünmeyi hak ederler. Bu insan tipleri için tek çare vardır: “Lâ ilâhe” süpürgesiyle bütün sahte ilahları yani put haline getirilen nesneleri, varlıkları, nefsani arzu ve istekleri, kişileri, tâğûtları süpürüp atmak ve bütün benliğiyle ve varlığıyla “illallah” diyerek sadece ve yalnızca “Âlemlerin Rabbi” olan yüce Allah’a gereği gibi kul olmak.
-İçinde bulunduğumuz dönemde kullanmaktan müstağni kalamadığımız internet ortamında hızla değişen bir gündem var. Aynı anda onlarca farklı olayın bilgisine maruz kalan insan hiçbirine gerekli tepkiyi veremiyor. Üzülmek kalbe inmiyor, sevinç yürek coşturmuyor, kaygı harekete geçirmiyor. Her bir hadise ana sayfanın süsleri durumunda. Hızla değişen bu atmosferde duygularımızı duruşumuzu, gayemizi nasıl ifsat etmeden muhafaza edebiliriz?
Oldukça duyarlı ve kapsamlı tespitlere dayanan bu sorunuzun cevabını kısa ve net olarak Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin “pergel metaforu” da denilen şu temsili anlatımı ile verebiliriz:
“Bir ayağımız Kur’ân-ı Kerim’e sabitlenmeli, diğer ayağımız ise cihanı dolaşmalıdır.”
Yani bize sabitelerimizi ve şaşmaz ilkelerimizi öğreten Kur’ân-ı Kerim’le ve “yaşayan Kur’ân” olan Peygamber Efendimizin Sünnet-i Seniyesi ile irtibatımızı koparmamalı ve Hakk’tan ve Hakikat’ten asla sapmamalı ve menzilimize doğru emin adımlarla ilerlemeliyiz. Vesselam.
Kıymetli hocam, Baciyan Dergisi okurları olarak çok teşekkür ederiz.