İMBİK- Nasip

İMBİK- Nasip

Maşeri vicdanların taşıyıcısı mahşeri bir kalabalık…

Somuncu Baba Külliyesi’nde kılınan namazdan sonra Ervah Mezarlığı’nın girişinden yokuşa doğru akan bir insan seli. Tersine akar mı sel? Hem de ne akar! Selin tırmandığına nadiren şahit olunur. Nadiratı, nadir olan sen yaşatıyorsun. Başlar önde. Düşünceler karmaşık. Hafif esen rüzgârın etkisi ile yol boyu sıralanmış çamlar ve ladinler, yolcuya hürmeten başını eğerek insanlara merhaba demeye çalışıyor. Bahar olmasına rağmen boğucu bir sıcak, ben de varım diye fısıldıyor. Somuncu Baba, müritleriyle, sağ tarafta yer tutmuş. Az ötelerinde sarıklı âlimler, amiller, salihler kümelenmiş. Önlerinde Cemaleddin-i Aksarayî. Hep birlikte ayakta karşılıyorlar seni. Ervah topluluğu insanların hüzünlerini anlamaya çalışırken bizlerin teessürünü anlayamıyorlar; belki de anlamak istemiyorlar. “Normalin teessürü mü olur?” diyorlar, mırıldanarak. İçlerinden tanımadığım birisi gülümseyerek sana doğru kucak açıyor. Kucak açan yoksa senin “rahmetli” mi idi? Cevap sende, biz bilmeyiz!

Seni öteler ötesine geçirmeye çalışırken şaşkınım. Acele mi edilmeli? Hayırlı işlerde acele temek lazım. Gel gör ki veda zor. Birçok vedayı yaşadık beraber. Bazen sen veda ettin, bazen ben. Sonra bil mukabeleler. Şimdi sessiz sedasız veda etmek sana nasip oldu. Sen de biliyorsun ki her bir veda yeniden bir hasreti başlatıyor… Neden? Çünkü birbirimiz hakkında sakladığımız kaygılarımız yoktu. Ne dersin diye sakladığım cümlelerim olmadı sana karşı. Ne kadar da rahat hissederdim kendimi senin yanında. Sen de “ne der, yav “ vaveylasına kapılmazdın. Dobra dobra konuşurduk beraberce. Konuşamadığımız, içimizden geçirdiğimiz düşüncelerimiz neredeyse yok gibiydi. Samimi dost meclislerinde, haftalık tefsir sohbetlerinde, öğretmen odasında ya da sınıflarda öğrenci karşısında gıybete nasıl bulaşmadığını şimdi merak ediyorum. Keşke sana sorabilseydim! Evet evet, gezilerimizde, izci kamplarında, aile pikniklerinde seninle beraberken benim içimden dedikodu yapmak gelmezdi. Nasıl oluyor da çok şey konuştuğumuz halde buna ihtiyaç hissetmiyorduk! Ah dost, bu tabi ki benim gibi aciz bir insanın marifeti değil; senin teslimiyetinin bir sonucu olmalı. Belki senin öz güvenin ve insana saygın bunu sağlıyordu.

Ne zaman bir araya gelsek endişeler, muhabbetimizi kıskanan kaygılar fersah fersah ötelere park etmek zorunda kalırdı. Anlatacağımız şeyler her şeyin önüne geçerdi. Öyle değil mi “ağanın oğlu!” Daha evimize varır varmaz yaşadığımız gün ya da günün bir parçası daireler, kareler, dikdörtgenler ya da hiçbir çerçevesi olmayan görüntüler şeklinde gözlerimizin önünden geçerdi. Mutluluktan gülümserdim. Aile efradım kendi kendine gülen birine bakardı bana bakarken. Sen de gülümserdin. Duramazdım. Telefona sarılıp hiçbir salisesini boşuna geçirmediğimiz anlar için, içimden gelerek teşekkür ederdim sana.

Çok soğuk bir gece. Hasan Dağı’nın eteklerindeki meşe ormanındayız. Hafif geçmesini beklediğimiz yağmur sağanak halini aldı. İzcilere tembih etmemize rağmen gire çıka, gire çıka çadırların etrafında yaptığımız toprak tırmanları oynattılar. Çok kullanılmış çadırların alt kısmında oluşan iğne başı büyüklüğündeki deliklerden dolayı çadırlar az da olsa su almaya başladı.

Vakit gece yarısını çoktan geçmiş. İki izci ile birlikte nöbetçiyim. Yağmura rağmen kamp ateşini söndürmemek için azami çaba harcıyorum. Gündüz topladığımız kuru odunları nöbetçilerle yağmurun isabet etmeyeceği sık yapraklı meşe ağacının altına aldık. Üzerine bir şeyler örttük. İzcinin ateşi sönerse kamp sona erdi demektir. Çadırlardan “üşüdük” sesleri geliyor. Yağmurun dineceği yok. Beni, zorluk anında bocalamaya karşı koyamayan beni, sıkıntı bastı. Ne yapayım derken liderler çadırından fermuar sesi geldi. Hemen bakışlarımı sağıma fırlattım. Sensin liderim. Sensin “ağanın oğlu” dedim, içimden. Ferahladım. İnşirah sardı göğsümü. Yayıldı her tarafıma. Durumu anlattım. Fikir teatisi yaptık. Çadırlarında az da olsa ıslanmış izcilerden sekiz tanesini üç yüz metre aşağıdaki küçük mescide götürmeye karar verdik. Zaten çoğu uyumuyordu. Aldık götürdük mescide. İçerisini kontrol ettik. Kırık kiremitlerin sebep olduğu bir iki delikten az da olsa yağmur damlaları sızıyordu. Su sızmayan yerlere matları serdik. Tulumları açtık. Gençleri sağ salim yerleştirdik. Yanımda “ağanın oğlu” gibi bir izci liderinin verdiği güvenle konuşa konuşa kamp alanına döndük. İstişareyi seven, pratik zekalı bir dostun dibinde insan pergelleri indiriveriyor. Ne kibirleniyor ne acziyetini gizliyor.

İnsanlar kürek sırası kapmak için habire öne atılıyor. Görevini yapan küreği arkasındakine devrediyor. Nasırî yanımda. Ağlıyor, ama sessiz. Bana bakınca ağladığının fark edilmesine engel olamadı. Sonra ağlamaktan çekinir gibi davranıp gözyaşlarını parmaklarının tersi ile silince gözleri kızardı. Iraklı, seni tanıyalı olsa olsa en fazla beş yıl olmuştur. O Arap; sen Türk. Arada bir görüştüğünüz halde ne yaptın da elin gariban mültecisinin gönlüne girdin! Uhuvvet evet, uhuvvet böyle bir şey elbet. Yıllardır beraberce hissedar olup kestiğimiz kurban cüsselerinin başında yaptığın neşeli konuşmalar mı etkiledi onu? Yoksa kurban başında söylediğin ilahiler, türküler, hafızalardan silinemediği için mi Nasırî kendini tutamadı? (Türkü deyince, hatırlar mısın, saygı duyduğumuz bir hocamızı neşelendirmek için Türkü’den başlayıp, arabesk, ilahi ile devam eden, Türk sanat musikisi ve sonunda kovboy müziği ile sonlandırdığın bir resital(!) vermiştin. (Tabi ki cevabını duyamıyorum)

Niye tutamadı Nasırî kendini? Güler yüze tatlı dile, katıksız samimiyete meftun olmak için dil bilmek gerekmiyormuş demek ki. Yoksa, yoksa Arapça bilmediğin halde Nasırî’nin konuşmalarından yaptığın komik Türkçe tercümeler mi etkiledi onu. Kıskanmadım değil. Kıskanmayayım, gıpta edeyim.

Toprak atanların yoğunluğu mezar çukurunun hemen dolmasına ve tümseğin oluşmasına sebep oldu. Ben ne yapıyorum! Sen kriz geçirdiğinde ve git gide ümit kesilirken “ya Rabbi” dedim “herhangi bir sebeple bir avuç toprağımın nasip olmasını engelleme. Yine, “ya Rabbi” dedim, “böyle samimi bir dostun mezarına bir avuç toprak atamaz isem ben ne işe yararım!”

Tabi ki dostum, biz mezar diyoruz ama senin için cennet bahçelerinden bir bahçe. Bahçeye girdin. Biz bahçenin sanal duvarları ile uğraşıyoruz. Sen ise seni karşılayanların arasına daldın, cennetini temaşa eyliyorsun. Bir milli bayram töreninde petrol yeşili rengindeki binek Toros arabanın içinden peş peşe indirdiğin dokuz (nasıl sığdırdı isen!) küçük izci de bir gün gelir etrafında U şeklini alır inşallah.

Aziz dost. Terk edip gittin. Beni çok zorladın. Hala yanımdasın. Hala Scenic model arabalarımız için istişare ediyoruz. Hala güzel fıkralar paylaşıyorsun benimle. Hala takdirlerini ifade ediyorsun. Gülüşlerin hala kulağımda. Ali Fuat için söylediğimi geç kalsam da Muhammet için şimdi söylüyorum (Nasıl olsa sana perde yok.): “Muhammed’e de güveniyorum” (Hangi konuda güvendiğimi sen biliyorsun.) Salı günleri mutat olarak tefsir sohbetlerinde sıran geldiğinde grup olarak hepimiz toparlanıp coğrafya öğretmeninden Allah’ın ayetlerinin açıklanmasını dinlemek için hala kendimize çeki düzen veriyoruz.

Kürek bende, toprağımı atıyorum. Bereket, rahmet, toprak. Bir daha, bir daha… İşte nasip oldu dostum. Allah’ıma şükrediyorum.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.