KAPAK- Vahdete Çağrı

Allah’ın varlıkları yaratması gerçekte onlarla ilişki kurması anlamını taşımaktadır. Allah’ın, varlığını, yarattıkları yoluyla ortaya koymayı tercih etmesi, iradeli varlıkların kendisi hakkında fikir sahibi olması ve O’nu tanıması hususunda bir tefekkür alanı oluşturmaktadır. Bu durum ancak özgür bilince ve seçme hürriyetine sahip varlıklar için mümkündür. Yaratıcı, varlığının kodlarını, iradeli ve iradesiz tüm varlıkların fıtratlarına vahyederek[1] nakşeder. Bu fıtri donanımıyla varlıklar, Allah’ı tespih[2] korosuna dâhil olur ve Yaratıcıya boyun eğerler. “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içindeki her şey Allah’a boyun eğer. Her şeyi güzel yapmasına karşılık ona boyun eğmeyen tek varlık yoktur…” (İsra, 17/44) “Göklerde ve yerdeki her varlığın ve sıra sıra dizili kuşların tespihlerini/Allah’a boyun eğdiklerini görmedin mi? Her biri salatını[3]/görevini ve tespihini/nasıl boyun eğeceğini kesin olarak bilir. Allah da onların ne yaptıklarını bilir.” (Nur, 24/41) Kâinat, yaratıcının varlığına ve hayata müdahalesine şahitlik eden ayetlerle (işaretlerle) doludur. Bu işaretler -görmesini ve okumasını bilenlere- göklerde ve yerde varlıklara hükmeden gücün yalnızca Allah olduğu farkındalığını verir.
Din hayatın her anını kuşatan olgunun adıdır. Akıllı ilk insan Hz. Âdem ile başlayıp tekâmül içerisinde gelerek insanlığı fıtrat üzere tutmak için gönderilen İslam dini, Resulullah (aleyhisselam) ile kemale ermiş ve tamamlanmıştır. “… Bugün kâfirlerin/ayetleri görmezlikte direnenlerin dininizden bir umutları kalmamıştır. Onlardan çekinmeyin, benden çekinin. Bugün dininizi, sizin için mükemmel hale getirdim, size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm’ı uygun gördüm…” (Maide, 5/3) Kilisenin ruhban anlayışının toplum üzerinde oluşturduğu zulme tepki olarak çıkan yeni seküler anlayış tüm insanların dine bakış açısında ciddi değişikliklere sebep oldu. Seküler dünya görüşüne sahip insanlar artık dine, gönüllere hapsedilerek sosyal yaşamdan koparılan bir mistik bir inanış olarak bakmaya başladı. Maalesef bu seküler dünya görüşünün etkisinde gelişen dine bakış açısı, Müslümanlık iddiasında bulunan insanlarımızı da derinden etkiledi ve inanç yapılarını bu minvalde şekillendirdi. İslam’ın talep ettiği Müslüman karakterinin temelinde amel-iman birlikteliği vardır. İnandığı ilkeleri hayatının her safhasında yaşayan bir anlayış. Amel-iman birlikteliğini yıkan seküler dünya görüşü, inandığını söyleyen ama kâfirler gibi düşünen ve yaşayan garip Müslüman tiplemesinin oluşmasına sebebiyet verdi.
Kâinattaki canlı cansız, iradeli iradesiz tüm varlık âlemi bütünlük içerisinde devam ederek hayat zincirini oluşturmaktadır. Müslüman, varlığın yegâne yaratıcısı ve hüküm koyucusu olarak Allah’ı kabul eden kimsedir. Müslümanın kulluk şuuruyla gerçekleştireceği tüm eylemleri, hayatın bu bütünlük ilkesini parçalamadan, yaşamın her alanını kapsayıcı ve dizayn edici olmak durumundadır. Bu ilkelere iman eden bir Müslüman için hayatın inanç (itikat) boyutu siyasi (yönetim) boyutundan, siyasi boyutu kültürel boyutundan, kültürel boyutu ekonomik boyutundan müstakil ve kopuk değildir. Nasıl ki ekolojik zincirin bir halkasının kopuşu tabiatın bütünlüğüne zarar veriyorsa, kişinin inanç ve eylemlerindeki uyuşmazlık da inancın bütünlük ilkesini parçalamaktadır. “Ey iman edenler/Allah’a inanıp güvenenler! Allah ve resulü sizi, size hayat verecek bir şeye çağırdığı zaman hemen çağrısına icabet edin. Allah’ın, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve O’nun huzurunda toplanacağınızı bilin.” (Enfal, 8/24) İnandığını her fırsatta dile getiren Müslümanın, yaşamı dînî olan ve dinin karışamayacağı alan gibi parçalara ayırması düşünülemez. Yaşamı Allah’ın hükümlerinin dışında oluşturmaya çalışması kişinin fıtratına yabancılaşmasıdır. Kur’an bu yabancılaşmayı zulüm[4] kavramı ile ifade eder. İşte İslam, iradeli varlıkların oluşturduğu bu zulmü gidermek ve yaşamdaki bozulan bu ilahi ahengi yeniden tesis etmek amacıyla, tüm yaşamların Rabbi (sahibi) tarafından ve O’nun görevlendirdiği peygamberler aracılığıyla insanlığa gönderilen dinin (yaşam tarzının/hayat görüşünün) adıdır.
Mekke’de Hz. Peygambere inen ilk vahiy ölçülerinde insanlara ilk olarak yaşamın kurallarının koyucusu/Rabb olarak Allah’ı birleme çağrısı vardır. Bu ölçüleri insanlara açıkça duyurma sorumluluğu başlayınca açıkça Rabb tekbir edilecektir. “Ey örtüsüne bürünen kişi! Kalk da insanları uyar! Rabbinin (sahibinin) büyüklüğünü anlat! (Müddessir, 74/2-4) Rabbimizin bize şahitlik için gönderdiği resul/elçi bilinecek ve O’nun getirdiği hükümlere itaat edilecektir. “Aralarında hüküm versin diye Allah’a ve resulüne/kitabına çağrıldıklarında, inanıp güvenenlerin söyleyecekleri tek söz şudur: ‘Dinledik ve itaat ettik/gönülden boyun eğdik.’ İşte onlar, umduklarına kavuşacak olanlardır.” (Nur, 24/51) Rabbimizin indirdiği ayetlere tâbî olunacak ve ayetler karşısında inatçı kesilen yanlış ölçü sahipleri kınanacaktır.[5] “Kâfirlere ve münafıklara itaat etme/boyun eğme, üzücü sözlerine de aldırma. Sen Allah’a tevekkül et/güvenip dayan. Vekil/dayanak olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/48)
Akidesi sağlam temellere dayanan, örnekliği ve rehberliği peygamberler ve salih kimseler olarak tespit edilen, yaşam ilkelerinin kaynağı ve müracaat noktası ilahi düsturlar olan Müslüman, artık yaşamın her anına bütünlük içerisinde bakma kabiliyeti kazanmış olacaktır. Rabbinin bak dediği pencereden bakabilecektir.
Bu düsturlarla karakter inşasını gerçekleştiren Müslüman “O, yetimi itip kakar. Çaresizi doyurmak için teşvikte bile bulunmaz.” (Maun, 107/2-3) şeklindeki ilahi kınamayı işitir. Sosyal parçalanmışlığın, toplumda ezilenlerin sesine kulak verir ve onların sesi olmaya başlar. İnsanları cinsiyete veya renklere mahkûm eden anlayışlar ayaklar altına alınır ve ümmet bilinci ile hareket edilir. “Diri diri gömülen kıza da sorulduğu zaman; hangi suçtan dolayı öldürüldün diye.” (Tekvir, 81/8-9). Tahakküm etme, mal yığma hırsıyla toplumu ekonomik olarak yönetimde veya çarşı-pazarda sömüren, yolsuzluk yapanlar ikaz edilerek ifşa edilir. “Ölçüyü tam yapın, eksik ölçenlerden olmayın. Doğru tartı ile tartın.” (Şuara, 26/181-182) Müslümanlara zulmeden, İslami hükümleri toplumdan tecrit etmeye çalışan İslam düşmanları ile mücadele edilir ve o zalimlere açıkça meydan okunulur. “Ebu Leheb’in elleri kurusun, zaten kendisi bile kurudu! Ne malı işine yaradı ne de kazancı! O, alevli bir ateşe atılacak.” (Tebbet, 111/1) İman edenler düşmanlarınca bir saldırıya uğradıklarında, bir zulme uğradıklarında birlik olup karşı durma ve mücadele etme azmi kazanırlar. “Kendilerine bir saldırı olduğunda birbirleriyle yardımlaşanlar.” (Şûrâ, 42/39)
İslam dininin tüm ilkeleri Kelime-i Tevhid üzerine kurulmuştur. Allah’ın tekliği ilkesi ise ümmetin birliği esasını zorunlu kılar. Rabbimiz ilahi fermanında bu konuya şöyle işaret etmiştir. “Şüphesiz bu, tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.” (Enbiya, 21/92) İslam ümmetinin birlik esasının ilkesini ise yine rabbimiz şöyle beyan etmiştir; “Allah’ın ipine/Kur’an’a hep beraber sıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini aklınızdan çıkarmayın. Bir zamanlar düşmandınız; Allah kalplerinizi birbirine ısındırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarındaydınız, sizi oradan O kurtardı. Allah, ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmran, 3/103) Fakat İslam ümmeti vahyin aydınlığı ve rehberliğini kabul iddiasında bulunmasına rağmen farklı bahane ve saiklerle maalesef bugün, “Dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. Ki onlardan her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.” (Rûm, 30/32) ayet-i kerimesini ya nefsî şekilde tevil etti ya da görmezden geldi. Rabbimiz bu konunun ehemmiyetine binaen Sultan-ı Resul Efendimizin zatında tüm İslam ümmetine şöyle buyuruyor; “Dinlerini parça parça edip belli kişiler etrafında toplananlar var ya! Sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işi Allah’a kalmıştır. Daha sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bildirecektir.” (En’âm, 6/159)
Elbette ki, hiçbir grup bir başka grubu, İslam’ı kendisinin anladığı gibi anlayıp, kendileri gibi yaşamadığından dolayı dışlama ya da tekfir etme hakkına sahip değildir, olmamalıdır. İslam düşmanlarına gösterdiği hoşgörüyü kendi kıblesine yönelen, inandığı kitaba ve resule inanan Müslümana gösteremiyorsa burada ciddi anlamda inanç ve eylem problemi vardır. Tüm insanlığa, özelde de Müslümanlara hayat veren, diriltici bir kuvvete sahip olan “cihad” kavramını Müslüman kardeşine karşı yapıyorsa; mezhebî fikirlerine, fırkasal anlayışına, cemaat liderinin indî görüşlerine uymayanı, aykırı olanı tekfir ederek ötekileştiriyor ve hatta ona ölümünü hak görüyorsa, bu kimselerin yaptığı cihad değil tefrikadır, zulümdür. Günümüz Müslümanlarının yapacakları en büyük cihad; vahyi terk etme cehaletine, vahdeti bozacak taassuba, fitnelere ve tefrikaya karşı yapılacak cihattır.
Günümüzde Müslümanların zafer elde edebilmelerinin başlangıç noktası, Siyonizm ve Emperyalizmin İslam coğrafyasına yaptıkları eylemlerin ve tehditlerin son bulması veya azaltılmasının sırrı, Müslümanların arasında bulunması zorunluluk olan “vahdet” anlayışıdır.
“Ya Rabbi! Elimizle sebep olduğumuz musibetler, savaşlar ve afetler hepimiz için acı bir son hazırlarken tek umudumuz sensin.
Merhameti unutan yeryüzü̈ halklarını sen ıslah eyle! Bize feraset ver; fitneyi savaştan beter görelim, yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması için vicdanlarımızı yeniden harekete geçirelim.
Bize basiret ver; İslam topraklarının barış ve eman yurdu olması için üzerimize düşeni yerine getirelim.
Bize gayret ver; tarihin yıkılmasına, haysiyetin ayaklar altında ezilmesine, kardeşlerimizin katledilmesine izin vermeyelim. Bize kudret ver; müminler arasındaki kini, öfkeyi ve nefreti ortadan kaldıralım.
Bize vahdet ver; silahın gücüne değil, merhametin gücüne sarılalım, bir olalım, birlik olalım.
Bize sekinet ver; korkularımızı yenelim, duanın ve sözün gücüne inanarak ümit var olalım.
Rabbimiz! Sen kalplerimizi birleştir, saflarımızı sıklaştır, mazlum ümmetleri necata erdir, Ümmet-i İslam’ı tevhit üzere sabit kıl.”[6]
[1] Vahy, Allah’ın emirlerini farklı şekillerde varlığın fıtratına yerleştirmesidir. Mesela “Ve bir de Rabbinin arıya: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve (insanların) hazırladıkları kovanlarda kendine yuva edin’ diye vahyetti(ğini).” (Nahl, 16/68)
[2] Tesbih “suda hızla yüzüp mesafe almak, uzaklaşmak” manasındaki sebh (sibâha) kökünden türemiştir. “Kulun, Allah’a kulluk etme niyetiyle her türlü kötülükten hızla uzaklaşması, Allah’a doğru yol alması, boyun eğmesi” anlamındadır. (el-Müfredât, “sbḥ” md.)
[3] Ayette geçen salât kavramının dua, ibadet, istiğfar, destek gibi anlamları olsa da kelimenin kök anlamı, bir şeyi bırakmamak ve sürekli arkasında olmak demektir (Lisanu’l-Arab). Bu ayetteki salât, Allah’ın göklerde ve yerde olan varlıklara verdiği görevleri, fıtratlarına uygun yaşamı ifade eder Allahu âlem.
[4] Zulüm Arap dili uzmanlarınca kelime kök anlamı olarak “Bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak ya da bir şeyi kendi yerine koymamak” olarak tanımlanmıştır. Fıtratın dışındaki her dokunuş zulümdür.
[5] Müddessir, 74/16-26
[6] Diyanet İşleri Eski Başkanı Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’in 2015 yılında Tahran’da paylaştığı “İSLAM DÜNYASINA VAHDET ÇAĞRISI” sunumunun sonunda yaptığı duadır.