İMBİK – Papaz Malthus’un Dolmuşuna Binmek…

Malthus, insan nüfusunun artış seyrinin geometrik olarak katlandığı (2. 4. 8. 16. 32…), buna mukabil besin kaynaklarının ancak aritmetik bir artış serdettiğini (2. 4. 6. 8. 10…) ileri sürmüştü. Yakın bir gelecekte insanlığı büyük bir felaketin beklediğini, zira besin kaynaklarının bir müddet sonra dünya nüfusunu beslemeyeceğini savundu. Kıtlık, azalan besin kaynakları üzerinde tekellerin oluşmasına sebep olacak, bu ise hem ölümleri hızlandıracak hem de savaşlara sebep olacaktı. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Benjamin FRANKLIN’in Safkan Beyaz Irka Mensup İnsanların Sayısı O Kadar Az ki… adlı kitabı)
Osmanlı terk-i dünya eyleyince bütün vadiler boş kaldı. Boş kalan vadileri tilkiler doldurup kendilerini yeryüzünün valileri ilan ettiler. Kimi insanlar hemen ortama uyum sağlayıp tilkilerin peşinden yürümeye başladı. Kimi insanlar ise dik duruşlarını muhafaza ederek dünyanın basit bir formdan ibaret kalmasına müsaade etmediler. Dünyanın basit bir formdan ibaret kalması, alternatifsiz kalması demektir. O zaman, köksüz, kişiliksiz ya da kan ile yoğrulan sözüm ona medeniyetlerin oyuncağı olan insan da sadece canlı bir varlık olarak, dünyanın devam etmesine katkıda bulunmaktan başka bir işe yaramayan nesne konumuna inmiş olacaktır.
Çin, Malthus’tan etkilenen milletler arasında ilk sırayı alıyor. Açlık korkusuyla Allah’ın yarattığı canları daha dünyaya gelmeden yok ediyor. Batılı toplumları anlatmaya hiç gerek yok; onlar zaten şehvetin esiri olduklarını gizlemiyorlar. Kadim kültürlerinde yasak olan kürtajı, çok öncelerden vaka-i adiyyeden saymışlardı. Onlar için menfaate giden her yol mubahtır. Günümüzde diğer dünya toplumları da üç aşağı beş yukarı Malthus’un müridi durumundadır.
Papaz Malthus, benim pederim değil, Aziz Peder’im hiç değil! Herhangi bir akrabalık ilişkim de yok. Fakat Malthus’un benim düşünce dünyamda ne kadar yeri vardır? Gündelik hayatımda fikirlerimi ve düşüncelerimi ne kadar etkilemektedir. Acaba gelecekle ilgili kararlarımda ya da ileriye yatırım yaparken Malthus’un düşünceleri ile mi hareket etmekteyim? Yoksa beni bağlayan asli prensiplerim var mı? İstikbal istikbal derken bir mobilya markasının reklâmını yapamayacağımıza göre, açlık korkusuyla yaklaşıp yeni nesilleri madden kurtarma telaşıyla onlara yatırımın elzem olduğunu mu vurguluyorum?
Her ne kadar bu soruların direk cevabı “hayır” olsa da bugün İslâm toplumları da “açlık korku”sunu belki de dolaylı yollarla, bir şekilde, birinci derecede dikkate alır hale getirilmiştir. Bu dikkate alış hayatımıza nasıl yansımaktadır? Yoksa aç kalmak endişesiyle değil de daha çok mal sahibi olmak ve mal elde ederken diğerkâmlığı terk ederek mi Papaz Malthus’un dolmuşuna binmiş oluyoruz? Hiçbir mümin açlık korkusu taşımıyor belki. Allah’a tevekkül edileceğini, rızkın Allah’a ait olduğunu, her zaman böyle düşünmek gerektiğini hepimiz biliriz. Gelin görün ki, Müslüman milletlerin büyük çoğunluğu açlık tehlikesiyle baş etmeye gayret etmektedir. Bu umumi manzara kendi ülkemizde de hemen hemen aynı gibidir. Bir tarafta açlıkla mücadele den Müslüman insanlar, diğer yanda huzur ve refah için dua eden ve bulduklarına şükreden Müslümanlar! Sahip olduğumuz maddi nimetleri paylaşmamak, muhtaç olanları görememek de açlık korkusunun bir kademe ilerisi olan fakirlik korkusuna terfi etmiş hali değil midir?
Bu cümleleri okuduktan sonra, hemen Ebu Zer Gıfari’yi hatırlayacağınızı tahmin ediyorum. O, aldığı maaşı hiç beklemeden fakirlere dağıtırdı. İstikbalin ahiret olduğuna emindi. Altın ve gümüş biriktirmeye şiddetle karşı çıkardı. Bu onurlu hareketle yüzyıllar sonra gelecek, maddecilerin ne kadar da sığ düşündüklerini adeta yüzlerine çarpmış oluyordu.
Geçmişteki örneklerimiz artık hayal gibi gelebilirse, size Mahir İz Hoca Efendinin hayatını okumanızı tavsiye derim. Mahir hoca da maaşını alır almaz, ders anında maaşın %2,5’lik miktarını öğrencilerine dağıtırdı.
Muhtaçlara bir şeyler vermek yanında, rızkını elde etmek için çaba sarf etmeye çalışan alt gelir sahiplerini desteklemek de vermenin en güzel çeşitlerindendir. Maalesef en çok ihmal edilen mevzulardan birisi de budur. Sıklıkla şahit oluyoruz ki birkaç kuruş ucuza ürün elde etmek için seyyar satıcıyla pazarlık yapan takva(!) sahipleri, markalar karşısında dut yemiş bülbül gibi olmaktadırlar. Dahası markalarla kibir ve gurur libasına bürünebilmektedirler.
Başkalarını düşünerek yaşama anlayışı, yerini bencilliğe terk ediyor. Hesaplar, sadece insanın kendisi ve yakın çevresi için yapılıyor. Rızk dağılımının, adaletsizliğin tek sebebi insandır. Açlık korkusuyla hareket eden varlıklı insanlar, yeryüzünde aç insanların çoğalmasına neden olmaktadırlar. Yakın bir gelecekte kendini, yalnızca kendini merkeze alan insan, düşüncesi ne olursa olsun, yapayalnız ölmeye mahkum olacaktır.
İbret almak için büyük musibetlere duçar olmamız mı gerekiyor? Elbette hayır! Elimizin altındaki değerlere göz atamıyorsak, bize örneklik edecek Peygamber aleyhisselam varislerinin izinde gitmemiz gerekmektedir. Direk olarak fakiri, fukarayı kollayamıyorsak; ihtiyaçlarımızı giderirken bizim sayemizde kaç kişinin açlıktan kurtulabileceğini iyi hesap ederek alış-veriş yapacağımız yerleri ve kişileri isabetli bir tercihe tabi tutabiliriz.
Gürbüz AZAK, ıssız ve soğuk kış gecesinde, kar yağışı altında kestane kızartıp satan bir adamı anlatan dostunu, “Yoksa sen adamdan kestane almadın mı?” diye sorarak şöyle azarlar; “Kışın soğuğunda, karın altında, gecenin o saatinde o adamcağız ekmek parası kazanmak için titreye titreye kestane kızartsın da sen elli gram kestane almadan oradan geçip git, olacak iş mi bu?”
Son yüzyılın büyüklerinden Sami Efendi, dolmuşa binmeyip yürüdüğü zamanlar, dolmuş parasını sadaka olarak verirmiş.
M. Zahid KOTKU da pazarda alışveriş edenlerden küfeci tutmaya imkanı elverenlerin bunu mutlaka yapmaları gerektiğini söyler; “Bu insanlar nereden geçinecek? Herkes parayı bu kadar sever de her işi kendim yapayım derse, hiç kimse bir başkasından iş imkânı bulamaz.” dermiş. (Bu üç güzel örnek için Yaşar SÜNGÜ’ye teşekkürler.)
Paramızla kimin dolmuşuna binip, kimin dolmuşuna binmediğimize dikkat etmeyelim mi?