KAPAK – Nasıl Bir Eğitim, Nasıl Bir İnsan?

Bir ülkede meydana gelen ticarî, iktisadî ve teknik gelişmeler, elbette takdire şayan ve bir milletin bekası için olması gereken şeylerdir. Ancak bundan daha mühim olanı insandır ve onun eğitimidir. Zira insanı ruhen ve fikren besleyip manen kalkındırmadan, istenilen seviyeye ulaşmak mümkün değildir. Bir elimizle yaptığımızı diğer elimizle yıkmak istemiyorsak, insanımızı bir fazilet ve ahlâk abidesi hâline getirmek mecburiyetindeyiz.
Üç kıtada hâkim olduğumuz devirlerde, ilayı kelimetullah, millet olarak birleştiğimiz ve bütün benliğimizle bağlı olduğumuz bir mukaddes gaye idi. Çünkü o devirlerde insanımız bu ulvî gaye için eğitiliyor, bu hususta hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyor ve bütün imkânlar neslin en iyi bir şekilde yetişmesi için seferber ediliyordu.
Bugün ise milletimizi birbirine bağlayan ve kenetleyen o ulvî gayenin ve manevi değerlerin yok denecek kadar zaafa uğradığını ve aramızdaki uhuvvetin adâvete, muhabbetin bürûdete dönüştüğünü görüyoruz. Kendi kökünden kopmuş, dininin, tarihinin, gelenek ve göreneklerinin yabancısı olmuş, kafa ve yüreğinde mazisi adına ne varsa kaybetmiş, gayesiz, güvensiz, başıboş bir gençlikle karşı karşıya bulunuyoruz.
İnsanoğlu ne melektir ne de şeytan. Fakat dinî ve millî değerleri, ahlâkî prensipleri hiçe sayan materyalist bir eğitim sistemi ile yetiştirilirse, şeytan olmaya daha müsaittir. Memleketimizde meydana gelen anarşik olayların, din ve tarih düşmanlığının, ateist fikirlerin büyük ölçüde okumuşlar arasında meydana geldiğine bakılınca, bugüne kadar uygulanan millî eğitim sisteminin ne kadar yanlış ve millî bünyemizi tahrip edici olduğu ortaya çıkmaktadır. Görülen o ki, cumhuriyet dönemi boyunca gençlerimize gıda olarak sunulanlar, onları zehirlemiş bulunmaktadır.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Türkiye’ye gelen ve din ve tarih adına ne varsa acımasızca ve hunharca tahrip edildiğini gören Fransız yazar Claude Farrere “Türklerin Mânevî Gücü” adıyla Türkçeye çevrilen kitabında;“Türkler eski hayatları ile hiç ilgi kurmadan yeni bir hayata kavuşmak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım. Bana öyle geliyor ki bugün, kendilerine menfur gibi görünen ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır.” diyor.
Aynı kitabın başka bir yerinde de şöyle yazmaktadır:
“Eski Türkiye’yi medeniyete götüren tek vasıta İslam’dı. Gerçek bir imanları vardı. Kadınları da kendileri gibi mümindi. Toprağına, çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemeyeceğim. Menşelerine çok yakın olan bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın çok ciddi bir iş olduğuna eminim. Ankaralı erkekler bugün bu tehlikeli yolu seçmiş bulunuyor. Ankaralı hanımlar da öyle. Dün bu hanımlar inanıyorlardı. Bugün artık inanmıyorlar. Hiç değilse kocaları onları böyle davranmaya zorluyor. Bu zorlamanın kadınlar üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkak. Artık kendilerini istikbale götürecek hiçbir şey bulamıyorlar. Nasıl ki Ankara’yı yapan mimarlar da kendilerini eski şaheserlerin çizgilerinden faydalanarak yeni şaheserler yapmaya götürecek sanat ruhunu bulamamışlarsa. Bundan daha acı bir şey olamaz.”
Balkan savaşına takaddüm eden 3 Ekim 1913 tarihinde bir Fransız gazetesinde yazdığı bir makalede, “Hazırlanan bu kavgada ben, kuvvetliye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, hıristiyana karşı müslümanın yanındayım.” diye yazabilecek kadar Osmanlı İslam medeniyetinin hayranı bir hıristiyan olan Farrere bile Ankara’daki idarecilerin sakim düşünce ve tahripkâr uygulamalarından, dine karşı davranışlarından ve inançsızlıklarından şikâyetçi ve muzdarip.
Bugünkü silahlı terörün kaynağı, uygulanan yanlış, taklitçi ve tahripkâr eğitim sistemidir ve böyle bir sistem ancak okumuş cahiller, eli kalemli ve silahlı teröristler yetiştirebilir. Çünkü materyalizme tutsak olmuş kişilerden ve toplumlardan erdemli davranışlar ve fedakârlıklar beklemek mümkün değildir. Bu bakımdan milleti idare edenlerin en mühim meselesi millî eğitim olmalıdır. Milletler, dini ve millî değerlerine bağlı, şahsiyetli bir millî eğitimle yükselir ve üstün medeniyetler kurabilirler.
Siyasî, ekonomik ve kültürel yönden gerçekten hür olmak istiyorsak, bizi biz yapan dini ve millî değerlerimizle beslenen, asrın imkânları ile teçhiz edilmiş, taklitten uzak bir millî eğitim programı uygulamak mecburiyetindeyiz. Bugünkü eğitim ve öğretim programları ile şahsiyetli ve güvenilir bir nesil yetiştirmek mümkün değildir. Şayet yetişmiş bir kısım kişiler varsa, bunlar da fedakâr, kemâl ehli bazı zevatın özel ilgi ve çabaları neticesinde o duruma gelmişlerdir.
Bir toplum yükselirken veya çökerken, bütün unsurlarıyla yükseliyor ve çöküyor. Nitekim dün eli öpülen, arılar misali durmadan dinlenmeden, usanmadan, yorulmadan büyük bir aşk ve şevk ile meydana getirdiği ruh peteğinden hiçbir karşılık beklemeden ilim ve irfan balları sunan ve devlet kuran öğretmen, bugün itibar köşesinden indirilmiş, sıradan bir vatandaş konumuna düşmüş ve büyük ölçüde öğretmenlik özelliğini yitirmiştir. Böylece okulu, öğretmeni, öğrencisi ve ders kitapları ile koskoca bir müessese millî benliğini kaybetmiş, yabancı kültürlerin istilasına uğramış, millete rağmen millî değerleri tahrikte ön sıraları almıştır.
Millî eğitimin gayesi İYİ İNSAN yetiştirmek olmalıdır. İYİ İNSAN, inanan, inancının gereğini yerine getiren, Kur’an ahlâkı ile ahlâklanmış, dürüst, çalışkan, fedâkâr insan demektir.
İYİ İNSAN, aşırı olmayan dengeli insandır. Çünkü aşırılıklar dengeyi bozar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Aşırılar helâk olmuştur.”[1] (Müslim) buyurdular ve bunu üç kere tekrarladılar.
İYİ İNSAN yetiştirmek için eğitimin şu üç boyutunu en iyi şekilde tatbik etmek gerekir.
1. Bilgilendirmek.
2. Yönlendirmek.
3. Uygulamak.
BİLGİLENDİRMEK
İnsan eğitiminde, bilgilendirmede ilk sırayı marifetullah almalıdır. İnsan evveliyatla Yaratanını tanımalıdır. Tanımalıdır ki Rabbine karşı kulluk vazifesini bilsin ve nefsini putlaştırmasın. Kişinin yaratanını en iyi bir şekilde tanıyabilmesi için, Peygambere ihtiyacı vardır. İnsan kendisini Allah Teâlâ’ya vâsıl edecek bir kılavuz olmadan, nefis, şeytan, dünya ve şerir insanların köşe başlarını tuttuğu tehlikeli yollarda her zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu bilmelidir.
Onun için Nâşir-i Şeriat olan Peygamberi ve O’nun getirdiği şeriatı çok iyi bir şekilde öğrenmelidir. İslam’ın, itikat, ibadet, muamelat, ukubet esaslarını bilmeden müslümanca yaşamak mümkün değildir. İnsanlara hizmet edebilmek için İNSAN denen varlığı da iyi tanımak lazımdır. Çünkü iyi insan hemcinsine ve bütün mahlûkata hizmet eden kişidir. Bu dört hususta, (Allah Teâlâ, Peygamber, İslam Şeriatı ve insan) tam bir bilgiye sahip olduktan sonra diğer faydalı ilimleri de öğrenmelidir.
YÖNLENDİRMEK
Eğitimin temel vazifelerinden biri de yönlendirmektir. Gayesiz ve hedefsiz bırakılmış, yönlendirilmemiş fert ve toplumlar kendi içlerinde kargaşa ve anarşiye duçar olurlar. Onun için insanımızı düşünce, niyet, akıl yürütme, söz ve amelleri hususunda yönlendirmeliyiz.
Düşünceyi, hâyalden hakikate.
Niyeti, kötüden iyiye.
Akıl yürütmeyi, nefsî mütalaalardan naslara istinat ettirmeye,
Sözleri, yalandan doğruya,
Şirkten, nifaktan tevhide; malayani, gıybet, dedikodu ve iftiradan irşat ve tebliğe; kalabalıktan letafete; lüzumsuz olandan lüzumlu olana, çok konuşmaktan az ve öz konuşmaya, yerinde ve zamanında olan konuşmaya; batılı müdafaadan hakkı müdafaaya.
Şeyh Sadi Şirazi şöyle der: “İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söylenecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.”
Amelleri, riyadan ihlâsa, faydasızdan faydalıya, geçicilikten sürekliliğe, rastgelelikten planlıya, dağınıklıktan disipline, ferdiyetçilikten cemaatçiliğe, beceri gösterilmeyen yönden beceri gösterilen yöne…
Hülasa olarak, bütün sahalarda olumsuz olanlardan olumlu olanlara yönlendirmeliyiz.
Böyle bir eğitimden sonra toplumumuz, İslam’ın bir devlet nizamı olduğunu görüp, tüm tağûtî sistemlerden nefret ederek, İslam nizamının hâkimiyeti için her türlü fedakârlığı gösterip bütün imkânlarını seferber edecek ve Allah yolunda ölüm bir sevda olacaktır. Ölüme koşanlar, aslında ölümü ve hayatı yaratana, Rab Teâlâ’ya koşuyorlar. Gaye Allah olunca, O’na vuslat yolunda çekilen çile ve meşakkatler, belâ ve musibetler, zindanlar ve ölümler Rahmet gülistanında açan güller ve sümbüllerdir. Böyle bir bahar cümbüşünde, korku ile ümidin hasret ile vuslatın iç içe yaşandığı ufuklar ötesine yapılan sevda yolculuğu ne güzeldir.
UYGULAMAK
Uygulamada, niyet, usûl, devamlılık, zaman ve mekan çok mühimdir. Ameller niyetlere göredir. Bilgilerimizi bir yöne koyduktan sonra, uygulamalarımızı yalnız Allah için yapmalıyız. Bir amelin amel-i salih olabilmesi için öncelikle niyetin halis olması şarttır. Sonra da o amelin bizâtihi kendisi salih amellerden olması gerekir. Aynı zamanda amelin yapılış şekli de salih olmalı yani Allah Teâlâ tarafından nasıl yapılması emredilmiş ise öyle yapılmalıdır.
Demek oluyor ki uygulamada usule çok dikkat etmeliyiz. Meselâ, bir insan, sabaha kadar ayakta dursa ve Kur’an okusa bunu da namaz niyeti ile yapsa, o, namaz olmaz. Veya diğer birisi namazın kıyam, rükû, secde, gibi rükünlerini yerine getirse de namaz kılmaya niyet etmese, namaz kılmış sayılmaz. Bir şey usulüne göre yapılırsa bir mânâ ifade eder. Devamlılık arz etmeyen uygulamalar da istenilen neticeyi vermez.
Çalışmalarda kararlılık çok mühimdir. Bir işin devamlılık arz edebilmesi için o işi yapanların kararlı, istikrarlı olmaları gerekir. Yapılan eğitimde kişilerin istikrarlı bir şekilde yetiştirilmelerine ve çalışmalarda devamlılığın şart olduğunun öğretilmesine dikkat edilmelidir. Çünkü maymun iştahlı, gözü vitrinlere takılıp kalan, şekilci kişilerden, şahsiyetli, devamlı hizmetler beklemek mümkün değildir.
Uygulamalarda zaman, mekân ilişkisine de dikkat edilmelidir.
Orucu Ramazan ayında tutmak mecburiyetindeyiz. Namazı, kendi vakitleri içinde kılmak zaruridir. Vakfeye Arafat’ta durmazsanız hac etmemiş sayılırsınız. Merve ile Safa arasında say edeceksiniz ve tavafınızı Kâbe’nin etrafında yapacaksınız. Bütün bunlar gösteriyor ki amellerin, zaman ve mekânla yakın bir ilişkisi vardır. Öyleyse bütün çalışmalarımızda zamanlamaya ve mekâna dikkat etmemiz gerekmektedir.
Bir sözün ne zaman ve nerede konuşulması gerektiğini, bir tebliğin ne zaman ve nerede yapılmasının uygun olacağını ve bir işin ne zaman ve nerede yapılırsa daha çok fayda vereceğini bilmeyen kişiler faydadan çok zarar verirler ve çalışmaları tıkarlar.
Eğitimde bu üç boyut (bilgilendirmek, yönlendirmek ve uygulamak), birbirini tamamlayan iç içe geçmiş halkalardır. Birinin eksik olması eğitimin eksik kalması demektir. Bilgilendirilmiş ve yönlendirilmiş ve fakat uygulaması olmayan kişi, iyi yetişmiş bir insan olmadığı gibi, yönlendirilmemiş ve bildiği bazı şeyleri üstün körü uygulayan kişi de noksandır. Veya yönlendirilmiş fakat bilgisi az, uygulaması olmayan kişiler sadece slogan insanı olur. Bu gibilerden faydalı çalışmalar beklenemez.
Eğitimde öğretmen, öğrenci ve kitap ahengi çok iyi bir şekilde tesis edilmelidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün mescide girdi ve iki grup halinde oturmuş kişilerle karşılaştı. Bunlardan bir grup Kur’an okuyor ve Allah’a dua ediyor diğer grup da ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem:
“(Bunların) hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur’an okuyorlar ve Allah’a dua ediyorlar. Eğer Allah dilerse onlara (istediklerini) verir ve dilerse vermez. (Diğer cemaate işaretle) Bunlar da (ilim) öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben de ancak muallim olarak gönderildim.” buyurdu ve hemen bunların yanına oturdu.[2]
Öğretmen, mesleğinin kutsallığını idrak edecek ve mahlûkatın en mükerremi olarak yaratılan insanın eğitimi ile vazifeli olduğunun şuuruna sahip olacaktır. Bunun için öğretmen, ihlâs, takva, ilim ve hilim sıfatları ile muttasıf bulunmalıdır.
İskender: “Babam beni gökten yere indirdi. Hocam beni yerden göğe yükseltti.” der. Öğretmen öğrenciyi ruhen ve ahlâken yükseltecek ilimlerle teçhiz etmelidir.
Ebud Derda radıyallahu anh, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.
“Kim bir yola ilim aramak için giderse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır ve şüphesiz melekler ilim öğrencisinin rızasını istedikleri veya ondan razı oldukları için kanatlarını indirirler. Yine şüphesiz göktekiler ve yerdekiler, hatta sudaki balıklar bile ilim talibi için istiğfar ederler. Keza gerçekten âlimin abidden üstünlüğü, ayın diğer yıldızlardan üstünlüğü gibidir. Muhakkak âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Şüphesiz peygamberler ne altını ve ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar. Bu itibarla kim Peygamberin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış olur.”[3]
Öğrenci hadis-i şerifte verilen müjdenin şuurunda olmalı ve yalnız Allah rızası için ilim tahsil etmelidir.
Öğrenci hocasına karşı edepli olur, ilim öğrenmeye azmedip şevkle aşkla devam eder ve dünyanın alâyişine rağbet etmezse ilmi elde eder ve ilminden hem kendisi hem de başkaları faydalanır.
Fethu’l-Musûlî: “Hasta; yemek, içmek ve ilaç almaktan kesilirse ölmez mi dedi. Mecliste bulunanlar:
– Evet, ölür dediler. Bunun üzerine Fethu’l-Musûlî: “Kalp de öyledir. İlim ve hikmet ondan üç gün kesilirse ölür.” dedi.
Tedris edilen kitaplar çok iyi seçilmelidir. Ehem, mühim sıralaması çok iyi bir şekilde yapılmalıdır. Öncelikle, itikat, fıkıh, muaşeret, ahlâk gibi farz-ı ayn olan ilimler öğretilmelidir. Kişiye mesleği ile ilgili ilmi öğrenmek de farz-ı ayındır. Bu husus da göz ardı edilmemelidir. Öğrencileri faydasız veya faydası az, zararı çok kitaplardan, dergi ve gazetelerden sakındırmalıdır. Zamanı öldüren, ahlâkı tahrip eden, inanca zarar veren radyo ve televizyonun muzır yayınlarından da korumalıdır.
Öğretmen, öğrencisini sadece okulda ve sınıfta değil, okul dışında da takip etmeli, ilgilenmeli ve eğitimde öğretmen, öğrenci, kitap bütünlüğünü bozacak, okul içi ve okul dışı zararlardan muhafaza etmeye çalışmalıdır.
Gençleri Daru’l-Erkam eğitimlerinde, Nebevî sohbetlerle yetiştirmeye çalışmalıdır. Evlerin sıcak ve samimi ortamında yapılan sohbetler, insan ruhunda çok derin yankılar yapmakta ve çok bereketli neticeler alınmaktadır.
* Bu yazı, Muhterem Zeki Soyak hocamızın Mefkure isimli eserinden alıntı yapılmıştır.
[1]– Müslim, İlim, Bab 4; Ebu Dâvud Sünnet 6; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 8/254, H.No:3727
[2]– İbn Mâce, Mukaddime, bab 17/hadis 229
[3]– İbn Mâce, Mukaddime, bab 17/ hadis: 223