İMBİK- Felekten Bir Gün

Bu akşam felekten bir gün çalalım istedik. Bize has yemeklerden oluşan mütevazı bir sofra kuralım dedik. Bizim sofrada müskirattan içecekler ve hususi mezeler bulunmuyor. Gün kaybına tahammülümüz yok. -Ne yazık ki felekten gün çalma, günü zayi etme anlamına geliyor günümüzde.-Gün kaybı değil; gün kazanımı bizimkisi. Günü dolu dolu yaşama arzusu diyelim. Dolu dolu, hem de Tufeyl İsmail ve arkadaşlarının doldurduğu, ümmetin uzak diyarlardan gelmiş çocukları ile hemhal olmak için sıradan günlerden çekip sıyırdığımız bir gün. Feleğin basit ve bereketsiz, monoton günlerinden verimli ve neşeli bir gün çalmayı murad ettik.
Altı ay önce verilmiş bir sözü yerine getirmek bugüne nasip olmuştu. Bir cuma namazı çıkışı iki gençle tanışmıştım. Gençler farklı idiler. Boyları uzun, atletik vücutlara sahip, saçları kara üzüm gibi simsiyah ve kıvırcıktı. Siyahî ten renkleri ilk bakışta dikkat çekiyordu. Önce Arapça sonra Türkçe konuşarak iletişim kurduk. Arkadaşlarından ikisinin erkenden evlerine döndüğünü söylediler. Birkaç tanışma cümlesi sarf ettikten sonra aklıma onları yemeğe davet etmek geldi.
Nedendir bilmem! Böyle insanları gördüğümde hemen yemeğe davet etme isteği bende zuhur eder. Bu insanlar sanki yıllardır beklediğim misafirler gibi gelir bana. Kendimi ev sahibi olarak hissetmemden midir nedir? Evet, ev sahibiyim. Ülkenin sahibiyim. Misafirlerimiz uzak diyarlardan memleketimize yüksek tahsil yapmaya gelip, sığınmış. Bizimle aynı havayı solumaya gayret ediyorlar. Aynı mahallede oturuyoruz. Aynı camide namaz kılıyor, aynı marketten alışveriş yapıyoruz. Türkçe öğrenmişler. Birçok kültürel öğeyi kavrayıp benimsemişler. Bizim yaptığımız esprilerin çoğuna iştirak edebiliyorlar. Beraberce gülebiliyoruz. Tam on rızıkla gelip dokuzunu ev sahibine bırakıp giden misafir cinsinden.
“Buyurun gençler, sofra hazır.” deyince, ezilip büzülerek yer sofrasına oturdular. İçlerinden Ali İmbai biraz daha medeni cesaretle oturur oturmaz hemen sofrayı dizlerine çekti. Diğerleri de kimi sofranın altına kimi üstüne yavaş yavaş oturdu. Sonra birbirine bakıp sofrayı dizlerine çekmeye başladılar. Kaşık şıkırtıları tatlı bir ahenk oluşturturken içtikleri çorbayı sordular. Çorba tereyağlı mercimek çorbası idi. Çok beğendiklerini söylediler. Bu, yüzlerinden de belli oluyordu. Komor’da mercimek çorbasının olup olmadığını sordum. -Dostlarımız Komorlu.-
Komor da neresi diyeceksiniz! Doğu Afrika sahiliyle Madagaskar’ın kuzeyinde ve Mozambik Boğazı’nın girişinde yer alan dört adaya Komor adaları ismi verilmiş. İsim verme Müslümanların işi. Arapça kamer (ay) kelimesi yabancı dillere aktarılırken Komor biçimine evirilmiş. Adalar Müslüman kâşifler tarafından aya benzetildiği için ‘’kamer’’ ismini almış. Heyecanlanıyorum. Haritada bile zor bulabildiğimiz bu adaların İslâmi geçmişi gurur veriyor. Adalar ve halkı gözümün önüne geldiğinde kendimi şanlı tarihin dehlizlerinde dolaşıyor buldum.
Bu adaların geçmişinde bir Fransız hegemonyası olmasına rağmen halkın %98’i Müslüman kalabilmiş. Şaşırtıcı! Sonucun istisnai memnun ediciliği yanında, bir ironi olarak yarım asırdan daha fazla bir sömürü döneminde Fransız papazlar ne iş yaptı diye sormadan edemedim! Lakin Fransızlar altmış üç sene sonra, biri hariç bağımsızlığını kazanan Komor adalarına Fransızcayı hediye(!) etmekten geri durmamışlar. Komorlular, Komor dili, Arapça ve Fransızca konuşuyor. Tufeyl İsmail, mercimek çorbasının milli yemekleri arasında yer almadığını söyledi. Tahir başını öne eğerek destekledi.
Hasan Seyf, mercimeğe benzer çorbaların olduğunu, ancak lezzetlerin farklılık arz ettiğini biraz çekingen bir tavırla ekledi. Her ne kadar Türkçe konusunda epeyce ilerlemiş olsalar da çekingenlikleri hareketlerinden ve konuşmalarından seziliyordu. Haklı idiler. Kilometrelerce uzaklardan gelmişler, dilini, kültürünü bilmedikleri bir ülkede üniversite öğrenimini tamamlamaya gayret ediyorlar. Öncesinde ortak değerlerin ve kültürlerin daha fazla olabildiği bir coğrafyada yüz yıl sonra yaşamak az nasiplilik anlamına geliyor. Bizim de nasipsizliğimiz ortada. Üstümüzden geçen kara bulutlar Millet renkliliğini yok etmiş; sonuçta aynı milletten birkaç oymak bile zor anlaşır hale gelmişiz.
Kayseri mantısı geldi sofraya. Mantıya da bayıldılar. Mutad kültürlerinde olmayan bir yemek çeşidi imiş. Dördü de lokmalarını yavaş yavaş, iyice çiğneyerek yiyorlardı. Çok hoşuma gitti. -Hızlı yeme alışkanlığı olan birine göre imrenilecek bir durum.- Tamamı Şafi mezhebinden olan Müslüman nüfusun Efendimizin sünnetlerine olan hassasiyetlerinin bir sonucu belki de.
Tufeyl İsmail, üç kardeşin ortancası. Babaları sağ. Hem devlet okulunda hem özel okulda öğretmenlik yapabiliyormuş babası. Tufeyl, Komor adalarına Müslümanlığın nasıl geçtiğini bizlere hikâye etti. Bir rivayete göre Komor adalarına mensup birisi Medine Döneminde Hz. Muhammed’i görmek ister. Adalardan uzun bir deniz yolculuğundan sonra Medine’ye ulaşır. Ne ki Hz. peygamber seferde olduğu için O’nu görmek nasip olmayacaktır. Bir kaç gün Medine’de misafir edilir. O sırada Hz. Peygamber’in vekil tayin ettiği Medine imamı, bir sahabeyi Komorlu’nun yanına katarak onların tebliğ için adalara gitmesini sağlar. İşte bu sahabe nüfusu zaten az olan adalarda İslamlaşmanın temellerini atan şahıs olur.
Hasan Seyf, beş kardeş olduklarını ve babasının çiftçi olduğunu usul usul anlattı. Makine mühendisliği okuyor. Türkiye’den evlenmek istediğini söyleyince arkadaşlarının şakalarına maruz kalmaktan kurtulamadı. O sırada aramıza damat Orhan da katıldı. Hiç beklemediği bir manzara ile karşılaşmıştı. Dört tane siyahî genç sofranın etrafına dizilmiş benimle birlikte yemek yiyordu. Şaşkınlığını hemen attı üzerinden. Sofraya oturmadan önce misafirlerin tek tek yüzlerine baktı. Bana döndü: “Baba Türkçe biliyorlar mı?” dedi. Ben “Evet, hem de ileri derecede konuşuyorlar.” diye cevap verdim. Hepsine birden “hoş geldiniz ” dedikten sonra oturdu.
Ben dayanamayıp Hasan Seyf’e Orhan’ın makine mühendisi olduğunu söyledim. Hasan Seyf’in gözleri parladı. Bu parlaklık hayallerinin dalga dalga yansıması idi sanki. İnançlı bir gencin ideallerinin ışıldaması sonucunda ne derece neşelendiğini görmek bana ayrı bir haz verdi. Hemen kendi branşı ile ilgili merak ettiklerini sordu. Orhan gerekli cevapları verdi. Fabrikada buluşmaya karar verdiler.
Ali İmbai, köfteye sıra geldiğinde konuşmaya başladı. Köfteyi çok sevdiğini söyledikten sonra Türkiye’de her şeyin pahalandığını, tatlı bir üslupla “Bir sene önce yüz lira ile tavuk al, yoğurt al, çikolata al, ekmek al; üste kalıyordu elli. Şimdi yüz lira ile tavuk al, yoğurt al, çikolata al, ekmek al; kalmıyor hiçbir kuruş.” şeklinde anlatarak hepimizi güldürdü. Ali İmbai, altı kardeşe sahip. Kalabalık bir aileye mensup olmanın getirdiği bir cesareti var. Babası vefat etmiş.
Tahir, dört kişinin en az konuşanı oldu. Sadece sorularımıza cevap veriyordu. Üç kardeşi vardı, Babası çiftçi imiş. Hiç konuşmamasına rağmen güler yüzlü çehresi ile iletişim kurmaktan geri durmuyordu. Tebessümle çok şey anlatıyordu.
Orhan, Komor adalarına ne zamandan beri gitmediklerini sordu. Tufeyl İsmail, dört yıldır gitmediklerini söyleyince bir anda hepimizi bir düşünce aralığı kapladı. Anadan, babadan, kardeşten, arkadaştan uzakta yıllar geçirmek gurbetin ta kendisi. Vatandan uzakta bayram, bayram mı olur! Ocağını ananın tüttürmediği bir evden yurt mu olur! Ellerin memleketinde mahkûm olunan odalar ana sıcaklığı olmadan nasıl ısınır!
Nedenini söyledi Ali İmbai: Türkiye’den Katar aktarmalı bir uçak bileti 1200 dolar imiş. Zihnime sorular hücum etti. Kim bilir hangi zorluklarla Türkiye’ye geldiler. Hangi imkânsızlıklarla tahsil yapmaya çalışıyorlar. Katlandıkları meşakkatler fevkalade bir sabır gerektiriyor. Bu sebepten yaz kış evlerine mahkûm oluyorlar. Amma velâkin kesin olan bir şey var ki bu süreci yaşamak zorundalar. Buna tam karar vermişler. Biraz neşemiz kaçtı. Lakin her şeye rağmen felekten bir gün çaldığımız için Allah’a hamd etmekten geri durmadık.