KAPAK – RASULULLAHIN (S.A.V) SESİNİN ÜZERİNE SES YÜKSELTMEMEK

KAPAK – RASULULLAHIN (S.A.V) SESİNİN ÜZERİNE SES YÜKSELTMEMEK

Senin huzurunda ses yükselmez.
Edeple konuşulur; edeple susulur…
Dursun Ali ERZİNCANLI

Buhârî’nin rivayetine göre Hz. Peygamber ile görüşme yapmak üzere Temîmoğulları’ndan bir heyet Medine’ye gelmişti. Görüşme sırasında Hz. Ebû Bekir ile Hz.Ömer de orada idiler. Kabileye başkan yapı­lacak kişi üzerinde Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer ihtilafa düşüp Hz. Peygamber’in yanında biraz da tartıştılar. “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla çıkarmayınız, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırma­yınız; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (Hucurat, 2) Ayeti inince çok pişman oldular, üzüldüler. Artık onun yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz “İşitemedim, tek­rarlar mısın!” diyordu.

İslâm’dan önce Araplar, bazı in­celiklere riayet etmezler, ilâhî bir dinin eğitiminden geçmedikleri için de bir peygam­bere nasıl davranılacağını bilmezlerdi. Ayetler hem onlara edep dersi vermek­te hem de daha sonra gelecek olan müminlere, vefatından sonra da olsa Peygam­berlerine karşı besleyecekleri saygı ve sevgi konusunda örnekli açıklama yapmak­tadır.

Divan edebiyatının tanınmış şairlerinden Yusuf Nabi’nin Peygamber sevgisini anmadan geçmeyelim. Tasavvuf terbiyesi de görmüş olan Osmanlı divan şairlerimizden Nabi Efendi, Peygamber âşığıdır. IV. Mehmed Han döneminde (1678) hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkânıyla birlikte yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir. Rasulullah Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat kafiledeki bir devlet adamı, hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadır…

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî Efendi, içinden gelen bir ilhamla şu nâtı söyler:

 

Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zâil,
İmâdın açdı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır bu.

Felekde mâh-ı nev Bâb’üs-Selâmın sîne-çâkidir,
Bunun kandîli cevzâ Matla-ı nûr-i ziyâdır bu.

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.

 

Nâtın açıklaması şöyledir: “Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah-ü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak Teâlâ’nın nazar evi, Rasûl-i ekremin makâmıdır. Burası Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allah-ü Teâlânın arşının en üstündedir. Bu mübârek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir. Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır. Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”

O yüksek rütbeli kişi, bu mısraların ne manaya geldiğini anladı. Hemen ayaklarını toplayarak doğruldu. Kafile yoluna devam ederek sabah ezanına yakın Mescid-i Nebî’ye vardı. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden…” diye başlayan nâtını okur. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. Hemen koşar müezzine; Allah aşkına, okuduğun bu nâtı nereden öğrendin, der. Müezzin şöyle cevap verir: Bu gece rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm, bana buyurdu ki: “Ümmetimden Nâbî adında bir şair, benim hakkımda şu nâtı yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum.” Ben de rüyamda Efendimizden öğrendiğim beyitleri aynen okudum…

Nâbî ağlayarak; “Sâhiden Nâbî mi dedi? O iki cihanın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı ve günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevabını alınca da, sevincinden kendinden geçti.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme gösterilmesi gereken edep, O’nun varisleri olan âlimlere, ilim ve irfan sahiplerine de gösterilmeli. Hocası rahatsız olmasın diye kitabın sahifesini yavaşça açmaya çalışan İmam-ı Şafii ile hocasının üzerinde bulunduğu atın ayağından üzerine sıçrayan çamuru kendisine şeref kabul eden Yavuz Sultan Selim, ilim mensuplarına olan saygılarından dolayı yükselmişlerdir.

Hiç kimsenin sözü O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) sözünden daha yüksek çıkmasın.

Unutmayın ki konuşan alelâde birisi değildir. Konuşan Allah’ın Rasûlü’dür. O vahiyle konuşur. Onun konuşmaları dindir. O, Allah’ın yeryüzünde konuşan dilidir. Onun sözü üzerine söz söylemeyin. Rasulün değer yargısı üzerine değer yargısı getirmeyin. Rasulün kararına karşı alternatif bir karar getirmeyin. Rasulün gösterdiği hayatın üzerine bir hayat düşünmeyin.

Konuşan, Kitabı ve Sünneti konuştursun. Çünkü bu dini en güzel Allah ve Rasûlü anlatır. Bu dini hiç kimse Allah ve Rasûlü’nden daha güzel anlatamaz. Din, Allah ve Rasûlü’ne anlattırılsın. Her ortamda Allah ve Rasûlü’nün sözleri en yüksek sedâ olsun. Kimse kendi sözlerini, kendi fikirlerini, kendi kanaatlerini, kendi talimatlarını Allah ve Rasûlü’nün sözlerinin, talimatlarının önüne geçirmesin. Başkalarının sözleri, başkalarının talimatları da Allah ve Rasûlünün talimatlarından daha yüksek dillendirilmesin, gündeme getirilmesin.

            “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla çıkarmayınız…” Rabbimizin bu uyarısını alan sahâbe-i kirâm efendilerimiz gerçekten çok etkilendiler. Meselâ Hz. Ebu Bekir ve Ömer efendilerimiz bu âyetin gelişinden sonra şöyle buyurdular: “Vallahi ey Allah’ın Rasûlü, hayatımın sonuna kadar seninle konuşurken ancak fısıltı halinde konuşacağım.” Bu sözü verdiler ve hayatlarının sonuna kadar buna riâyet ettiler. Bizler de öyle olacağız inşallah. Rasûlullah konuşurken susacağız. Rasûlullah’ın sözlerini, hadislerini can kulağıyla dinlemeye, anlamaya ve uygulamaya çalışacağız. Rasulullah’ın sözlerine alternatif düşünmeyeceğiz. “Allah’ın Rasûlü böyle diyor, ama acaba şöyle de yapsak olmaz mı?” demeyeceğiz. “Tamam, da, bu devirde şartlar değişti, bunları uygulamak mümkün değil,” demeyeceğiz. O ne demişse mutlak doğru kabul edip teslimiyet göstereceğiz.

            “Sakın ha kendi aranızda birbirlerinizle konuştuğunuz gibi, birbirlerinizle bağrışıp çağrıştığınız gibi Rasulle de bir bağrışma ve çağrışmada bulunmayın ki, bilmez bir haldeyken, haberiniz yokken amelleriniz boşa gidivermesin.” Rasûlullah karşısında yapacağınız bir kabalık ve saygısızlık sizin tüm amellerinizi boşa çıkarıverir. Bu davranışınız küfre kadar varıverir de amellerinizi mahveder. Amellerinizin boşa gitmemesi için sakın ha Rasulle konuşurken kendi aranızda konuşuyor gibi konuşmayın. Onu incitmeyin. O Allah’ın sevgilisidir, o nezihtir, o güzel ahlâklıdır. Onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz ki, bu tüm amellerinizi boşa götürebilir.

Demek ki Peygamber karşısında bir tavır almayanlar, Peygamber karşısında, Peygamberin sünneti karşısında bir alternatif geliştirmeyip susanlar, Peygamber karşısında semi’na ve eta’na diyenler, işittik ve itaat ettik diyenler, duyduk ve hemen boyun büktük diyenler, duyduk hemen uygulamaya koyduk diyerek emre boyun eğenler için mağfiret ve büyük mükâfatlar vardır.

Bizi müslüman olarak yaratan Yüce Rabbim, bizi müslümanca yaşat ve müslüman olarak ruhumuzu al. ÂMİN…

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.