Bir Toplum Pusulası Olarak, Kaybettiğimiz Nirengileri Yeniden Hatırlamanın Önemi Üzerine

Türkiye’yi konu edinen herhangi bir yazı, galip ihtimalle yarım ve yanlış olduğundan daha farklı tesbitlerle nihayetlenmek, kaderine mahkum gibidir. Bilhassa konuya sosyal ilimlerin penceresinden bakıldığında durum daha talihsiz. Bırakınız gerçeği, gšrüneni ve olup biteni daha mantıklı bir şema üzerine yerleştirmek son derece güç gšrünüyor. Türkiye üzerine yoğunlaşan yabancı araştırmacıların, yerli olamamak gibi tabii bir cihaz yoksunluğu ile malul olmaları yanısıra, yerli tabir edebileceğimiz müellifleri bile çoğu kere seviye itibariyle yabancılardan dahi geriye düşüren zihni cihaz noksanlıkları, Türkiye’yi “anlaşılamaz ve šngšrülemez” bir platforma itmiş bulunuyor. Bu hususta gšsterilen bütün iyi niyet ve gayrete rağmen, bütünü kavramakta acze düşen bšlük pšrçük tesbitlerin doğruluğu “puzzle”ı tamamlamakta yetersiz kalıyor ve her defasında meşhur fil hikayesini hatırlamak zorunda kalıyoruz.
Bu yazı, Türkiye’yi konu edinen analizlerin sonuçta muhtemel yanılgılara saplanıp kalmasının sebeplerini anlayabilmek anafikri üzerine inşa edilmiştir.
Değişmesi gerekenle, devam etmesi gereken unsurların neler olduğu konusunda derin bir ihtilaf yaşıyoruz. Bu vuzuhsuzluk sık sık bir kavga sebebi (casus belli) sayılarak Türkiye’de düşünce faaliyetlerini hazin bir tarzda kısırlaştırıyor. Düşünce hayatımızdaki nirengisizlik, ne yazık ki ortak bir şikayet konusu bile olmuyor. Bu vasıfsızlıktan neredeyse hemen herkesin hoşnut olduğu konusunda vahim şüpheler taşıyorum. Düşünme üretmeye yakın mihraklar arasında derin kavram uyuşmazlıklarının bulunması yanında, zihn” cihazların da farklı standartlarda çalışıyor olması, abesliği veya makuliyeti son derece belirgin alanlarda bile uzlaşma ihtimali ortadan kalkıyor.
DEĞİŞİM SÜREKLİ MİDİR?
“Değişmeyen tek şey, sürekli olarak herşeyin değiştiğidir” gibi hüküm kalıpları, insanı düşünmeden kabule zorladığı için tehlikeli ve aslında hiç de šyle olmadığı için yanlıştır. Değişimin sürekliliği inancı-ismiyle müsemma- sadece bir inançtır ve modernist bir dünya gšrüşünü yansıtır. Bu ideolojik aforizmada aydınlanma çağının “terakki” inancından arta kalmış kaba tortulu farketmemek imkansızdır.
Değişme’nin değişmezliği inancının aslında ne kadar değişebilir olduğunu ortaya koyabilmek için Batı paradigmasının dışında bir mukayese unsuruna, en iyi bildiğimiz šrneğe, İslam’a başvurmak zorundayız: İslam, değişimin değişmezliği gibi İslam retoriğine gšre hayli entipüften bir meseleye değinmeden evvel, yine aynı retoriğe gšre çok daha esaslı bir ikazda bulunur; herşey šlümlü, geçici ve šnemsizdir. Yeryüzünde bulunan herşey fanidir. Ancak, yüce ve cšmert olan Rabbinin varlığı bakidir.” (Rahman /26-27) Bu mertebeden bakılınca Batı’nın -değişim de dahil- bütün modernist paradigmaları acınacak kadar dayanıksız ve trajik gšrünüyor ve Sysphos efsanesi bu trajediye bir eldiven gibi tıpatıp uyuyor.
Geçicilik esası üzerine kurgulanmış bir dünyada, değişimin sürekli olup olmadığı hayli tali bir meseledir ve çoğu kere dünyev” bir mesele olup olmadığı bile tartışılabilir. Dünya işleriyle ilgili olarak İslam, insanın šngšrülmüş hayat kalıbına (kader) ve onun değişmez güdülerine atıfta bulunur. Kader ve onun tabi” uzantısı olan insanın değişmez yapısı, İslam’ın dünya hayatına dair va’zettiği en mühim meseledir ve mesele karşısında insan akl” melekeleri ile yalnız ve hür bırakılmıştır.
Değişimin reelliği, değişim iddiasının ana fikri olmak gerekir. İslam retoriği ise değişimle uğraşmak yerine realite ile istihza etmektedir. Eşyanın, zamanın, tarihin veya toplumun değişmesi realite değil, Şeyh Galip’in deyişiyle “bir šzge temaşa” ara kesitine sıkışmış, güç hazmedilebilir bir illüzyondur. İnsan, illüzyonu farketmek ve dünya işlerini bu sarsılmaz nirengiye gšre tanzim etmek zorundadır.
Bu zihni (dini değil) düzlem, Türkiye’de henüz ortak sembollerle ifade edilebilen bir iletişim lisanına dšnüşemedi. Olumsuzluk sadece İslam’la İslam olmayan arasında değil, ne yazık ki aynı zamanda beyne’l-İslam bir mahiyet taşıyor.
“ŞEHLALIĞIMIZIN” KISA TARİHİ
Bütün iletişim mesajlarını soğuran bu vakuma nasıl düştük? Bunun son derece açık ama anlaşılması güç bir cevabı var: Yüzyıllardan beri mentalitemizi idare eden cihazlar artık vazife yapmaz haldedir. Medeniyet değiştirelim derken, İslam’a yabancılaştık. İslam’a yabancılaşmamız, kendimizi ifade vasıtalarımızı kšreltti ve bu amaç için daha kullanışlı olduğunu sandığımız Batı retoriğinin de (prospektüsünü doğru-dürüst okumadığımız için) ne işe yaradığını hala farkedebilmiş değiliz.
Bütün problemlerin arka planında Batılılaşma vakıasını gšrmek, galiba içine düştüğümüz zihn” tuzaklardan biri. Bu, giderek tarih” bir komplo nazariyesi haline gelmeğe başladı. Ama içimizdeki “sosyal tabipleri, sosyal cerrahları ve hatta sosyal kasapları” gšrdükçe, “nereden çıktı bunlar” sualine cevap aramadan edemiyor ve tarihimizi bıçak gibi ikiye bšlen Batılılaşma cereyanına takılıyoruz.
Osmanlı’nın zihnini en ziyade “tahdiş” eden husus; adaletsizlik kavramı etrafında kümelenmişti. “Adalet” ekseni ve fikri çevresinde kurulan sosyal düzenin anahtar kavramı adaletti. Sınıfların birbirine kılıç çekmediği, menfaatlerin çatışmadığı bu sosyal ritimde adalet hissi şu veya bu sebeple tahriş olduğunda ayranı kabarıp sokağa düşenler, bu isteklerini “şeriat isteriz” talebiyle dile getiriyorlardı. Hayli ilginçtir, bu gibi sosyal şifreleri okumaktan aciz bir kısım sosyal ilimcimiz, Osmanlı tarihinde “Şeriat isteriz” sloganını gšrdükleri her yerde gericilerin sokağa düştüklerine karar verebiliyorlar. Hamakatın boyutlarına dikkat kesiliniz; “şer-i şerif”in baş üstünde gezdirildiği bir sosyal düzende, şeriat taleplerini gericilikle yorumlamak, ancak Türkiye’de rastlanacak türden bir zihin arızasıdır ve bu zihni tutum düşünce platformundaki iletişimsizliğin esaslı sebeplerinden birini teşkil eder.
“Adalet mülkün temelidir” sšzü, bize o günlerden kalma bir yadigardır; bugün aynı šzdeyişin sadece asık suratlı mahkeme duvarlarına asılması, adalet kavramının son yüzyıl içinde nasıl dšnüşüme uğradığını ve sadece nasıl “adl”” bir çerçeveye münhasır kaldığını izah eder. Aynı zihin anarşisi, eskiden sadece “kamu düzeni ve genel asayiş” anlamlarını ifade eden “nizam-ı alem” kavramını, bugün traji-komik bir üslupla sefil bir yayılmacılık sloganı haline getirmiştir.
İSLAM RETORİĞİNİN OMURGASI
Açık olan nokta şu: zihn” cihazlarımız, Batılılaşma cereyanı başlayalıberi iş gšrmüyor. Ne var ki Batılılaşmanın tarihini çoğu kere yuvarlatılmış bir ifadeyle “son ikiyüz sene” diye tarif edip geçiyoruz. Halbuki bu tarihi pekala 15. yüzyıl ortalarına kadar getirebiliriz. Bu bedaheti anlamakta güçlük çekiyoruz, çünkü kendi tarihimize bakışımız, düzeltilmesi çok güç egosantrik yanılgılarla doludur. Osmanlı tarihinin şecaat günlerini, beşer” bir alan olmaktan sıyırarak kristalize etme gayretleriyle başlayan bu yanlış idealizm, tarihlemedeki hata yüzünden tarih disiplinini bizler için kullanışlı bir araç olmaktan çıkarıyor. İçimizdeki bazıları için Türkiye’de Batılı retoriğin kemal noktası cumhuriyetle başlıyor ve tek partili dšnem, inkılapları, rejimi ve temel yanılgılarıyla bir günah keçisi durumuna getiriliyor. Yanlış değil eksik: Türkiye’de pantolon inkılabını II. Mahmut başlatmış ve fiilen šnderlik etmekten çekinmemişti. Oğlu Abdülmecid, aynı malul mantıkla, Devlet-i Aliyye’nin bir “Avrupa Devleti” sayılmasını temin için Müslim ile zımmi’yi aynı kefede mütalaa etmekten çekinmemişti. Onun oğlu “Ulu hakan” Abdülhamid ise Yıldız Sarayı’nın bahçesine yaptırdığı mini tiyatro binasında saray efradına operet temsil ettirmekten, kerimelerine piyano dersi aldırmaktan ve yatmadan šnce ucuz Fransız polisiye romanları dinlemekten zevk alan bir muhafazakardı. İşin aslına bakılırsa Batıya yšnelik ilk “sultan” ve dramatik” alakaların Hazreti Fatih’le başladığı farkedilebilir. İstanbul’un fethi ile başlayan yıllardan sonra Batıya alakalarımız, hüzün dolu bir muvazaa silsilesinden ibaret sayılabilir. Durumun bütün keskinliği ile farkedilmesi için batı retoriğinin, halkın şahdamarına kadar yaklaşmasını beklemek gerekmişti. II. Mahmud’a “Gavur Padişah” diye homurdanan ahali, Cumhuriyetin tek partili yıllarında inkılapların ardındaki caydırıcı şiddetten ürkerek sesini bile çıkaramamıştı.
Gündelik hayatta padişah müteal bir kavramdı ve ahalinin en müşahhas muhatabı “ulema” idi. Mescid imamının şahsında padişah, devlet ve düzen pekala temsil edilebiliyordu. Ulema’ya kahhar darbeyi II. Mahmud indirdi; Yeniçeri Ocağını balyemez toplarıyla ezerken, atılan güllelerin aslında İlmiye sınıfının recüliyetini iptal ettiğini biliyordu. O demden sonra Osmanlı uleması, siyas” otoritenin bütün icraatını tasdike memur bir “ruhan” noter” derekesine inmiştir. İslam retoriği, omurgasını bšyle kaybetti. Cemaat tesbihinin ipi bšyle koparıldı. Eşyaya bakışımızdaki “şehlalık” bšyle başladı.
Padişahını evliya ile bir tutan ahali, temsilcisi olduğuna inandığı šnderlerini bugün bile terketmiş değildir; bu hüzün verici inat, eşyaya bakışımızdaki şehlalığın hala sürüp gitmesinin bir başka sebebidir. Onlara İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif Bey’le Baha Tevfik’in, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Bey’le Abdullah Cevdet’in, Necip Fazıl’la Orhan Veli’nin aslında Batı retoriği hususunda hemfikir olduklarını sšyleyemezsiniz; incinir ve itiraz ederler. Halbuki, zıt kutupları temsil ettiğine inanılan bu sembol isimler arasında Batı retoriği açısından sadece meşrep farkı vardır. Bu eşhasın kaffesi, Batı’nın “ilim ve tekniğini” iktibas etmek hususunda hem fikir ve aynı şiddette hahişkar idiler.
Nezaketin sırası değil; vaziyeti “şehlalık” yakıştırmasıyla idare etmekten galiba bir hayli uzaklaşmış durumdayız: Biz gšzlerimizi kaybettik!
BATICILIÚIN ‚ÖZİMSİZLİÚİ
Bu uzviyet arızası, adeta ırs” bir šzellik gibi bugünün aydınları ve fikir üretme odaklarını da tesiri altında tutuyor.Aydınlarımızın birbirinden farklı yerlerde duruyor gibi gšrünmesi yanıltıcıdır. Farklı şeyler sšylüyor gibi gšrünseler bile, hepsi de aynı çšzümsüzlüğe doğru sürükleniyorlar. Batı’nın meydan okumasına karşı verilebilmiş anlamlı bir cevaba henüz sahip değiliz. Batı retoriğinin ezici üstünlüğüne karşı verilebilecek ancak iki anlamlı cevap mevcut olabilir; Ya Batı’nın kendisi olacaksınız veya alternatif teşkil edeceksiniz. Tabi” kayıtsız şartsız tasdik etmeyi cevap sayıyorsanız Batı’nın kendisi olmak, aslında anlamlı bir cevap sayılmaz. Bu sadece makul bir çšzümdür. Türkiye’de bu alternatif uzun yıllar boyunca denendi. Batı’yı “gülüyle dikeniyle” benimsemekten başka çare olmadığını savunanlar, diğer gšrüşlerden farklı olarak fikirlerini uygulama şansı buldular. Milleti cümleten tanassur ettirmek şansları yoktu ve esasen bir din” disiplinden kopup, bir başka din” disiplin altına girmek cazip de gšrünmüyordu. Bu pürüz laisizmle giderildi ama yine de başarı sağlamadı. Batı, bizim kendi değerlerine sahip çıkmamızı ya da benimsememizi değil, kendisi için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmamızı bekliyordu. Ortodoks Batıcıların düşünce üretmedeki başarısızlığı (ki bu aşikar bir sonuçtu) son derece netti ve bu netlik Batı retoriği ile “yerli” olduğuna inanılan fikirlerin sentezini yapmağa kalkışanlar için yeterli bir ders teşkil ediyordu. Buna rağmen Batı açmazını çšzmek için, Batı’ya tam teslim anlamına gelen Ortodoksi’den her nevi itizal ve sentez ihtimallerine kadar bütün tercihler kurcalandı. Batı retoriğine en sert tenkidleri tevcih edenler bile eninde sonunda Batılı bir düzlem üzerinde bulunduklarını farkedemiyorlardı. Bugün ortodoks batıcılardan, en sert batı muhaliflerine kadar bütün düşünce yelpazemiz, Batı’yla gizli ya da açık bir hülle izdivacı yürütüyor olmanın çšzümsüzlüğü altında bunalmış durumdadır.
BİR TEŞBİH DENEMESİ
Sosyal ilimlerde benzetme yoluyla bir meseleyi açıklamayı doğru bulanlardan değilim. Ne var ki, vehamet noktamızı, herkesin kolay anlayabileceği yeni bir semboller dizisiyle izaha yeltenmek zorundayım. Düşünce cihazımızı esaslı surette hasara uğratan “kaza”yı, bilgisayar jargonuyla şšyle ifade edebiliriz: Sistemin işletim hızını beğenmeyen birileri, cihazın kapasitesini artırmak amacıyla sabit belleğe yeni entegreler monte etmeğe kalkışmıştır. Bu işlem esnasında makina, kıvılcımlar ve dumanlar saçarak devre dışı kalmamış, ama onun yerine daha garip bir intikam tepkisi üretmiştir; cihaz artık eski sembollerini tanımamakta, kendisine yüklenen verileri saçmasapan bir mantıkla harmanlayarak yanlış cevaplar üretmektedir. İşin daha da vahim tarafı, sistem operatšrleri arasında da cihazın mantık sefaletini andıran bir (fikir ayrılığı değil) mantık standartsızlığı bulunmasıdır. Kimisi, “sistemi crash edelim, bu iflas olmaz, yeni sistem yüklemek daha doğru olur” teşhisinde ısrar ederken bazıları, “hadi canım, gül gibi sistem; tıkır tıkır da çalışıyor. Crash etmek yerine sistemin yeni versiyonlarını ithal edelim” reyini izhar ederek arızayı topyekun inkar etmeyi tercih etmektedir. Eski sistemi savunanlarda vardır ama elerinde eski sistemin orjinal disk kayıtları bulunmadığı için, eskiyi ihya yerine, aynı vuzuhsuzluğu devam ettirecek yeni bir sistem yazılımına kalkışmakla onlar da standartsızlar grubuna girmektedir.
Model kurarak izaha kalkışmanın tehlikelerine işaret etmiştik. Model mantığıyla düşünüldüğünde, “yahu bu cihaz adam olmaz, eskiciye verip, borç-harç yenisini tedarik edelim” teklifinde bulunanları da ciddiye almak gerekir.
KENDİ COĞRAFYAMIZDA KAYBOLMAK
Değişim ve devamlılık kavramları, bšyle bir zihn” alt yapı muvacehesinde ne ifade ediyor? Fikir üreten uzuvlarımızı yüzyıllardan beri kullanmaktan kaçınmış olmamız, bizi ancak Batı’dan kaynaklanan fikir rüzgarları karşısında heyecanlandırabilen, edilgen bir pozisyona mahkum ediyor. Artık hiçbir orijinalitesi kalmamış yeni fikir düzleminde ancak Batılı kavramları kullanarak münakaşa edebiliyor, okuyor, yazıyoruz. Globalleşme eğilimleri, bilinç altında bizi rahatsız etmeye başlayan fikir namusumuzu ve nefsimizi tezkiye ediyor. Dünya ile birlikte hareket etme zannı, “elle gelen düğün bayram” misali, bizi sorumsuzluğun durgun sularına sürüklüyor. Bu gibi hallerde değişmekten değil, ancak değişime uğramaktan sšz edilebilir; bu gibi hallerde devamlılık, bir metanet ve haysiyet noktası olmaktan ziyade anud bir direniş anlamına gelir. Her ikisi de istediğimiz dışında cereyan ettiği için fikr” haysiyet dairesinin dışında mütalaa edilmelidir.
Türk aydını başlangıçtan nihayete doğru akıp gittiğini sandığımız zaman hareketliliği içinde, değişmesi gerekenle, “sabitkadem” olması gereken arasında tefrik yapabilme hassasını kaybetti. ‚ünkü “nirengi”si kalmadı. Batılı retorikler, zihn” arka planı hiç de küçümsenemeyecek bir geçmişe sahip olan bu ülke aydınları için, değişmez, “sabitkadem” nirengi noktaları vermediler. Kendileri için gerçekliği ve doğruluğu tartışılmaz değerlerin, bizim dünyamızda hiçbir şey ifade etmeyebileceğini doğrusu çok pahalıya šğrendik.
Öğrendik mi? Hayır, henüz bu idrak noktasından çok uzaktayız. Sanayileşme, siyas” hürriyetler, demokrasi, insan hakları çoğulculuk, tam istihdam, planlama, feminizm, standart eğitim düzeni, bağımsızlık gib pek çok kavram ve kurum Batı retoriğinin düz ve kurul mantığı uyarınca “son kullanma süreleri” dolduğu için sürümden kaldırıldığı halde bizde hala birer inanç nirengisi olma halini koruyabiliyorsa, aydınımızın idrakinden şüphelenmeğe de hakkımız var demektir. Ma’şeri hafızamızın derinliklerinde yanıp sšnen sšnük ışıklardan da habersiz değiliz; bazen, şu bizim eskimiş ve kšhnemiş “adalet” kavramını, Batı retoriğinin tümüne bedel olduğunu düşünmüyor musunuz? Ne var ki, bizler bize ait nirengi kavramları (veya kavram nirengilerini) yüksek sesle telaffuz edebilme cesaretini. Olarak, hayatiyet ve revaç kazandırabilme kabiliyetini kaybetmişe benziyoruz. Zihin haritalarımız, Batı’dan iktibas edilmiş bilgilerle teşevvüşe uğradı ve nesiller boyunca bilginin cinsiyetsiz bir orta malı olduğu yanılgısıyla beslendik. Batılı retoriğin teklif ettiği bilgilerle, zihin haritalarımızı çšzebilmemiz imkansızdı ve bšylece kendi coğrafyamızda kaybolduk.
BİZLER Kİ”ŞEHLA” BAKARIZ
Devamlılık fikri etrafında zihin sükunetine erişememiş olmamız, bizi “değişim” fikri etrafında, herhangi bir objeye yšnelmemiş, tesk”ni kabil olmayan bir iştah hissiyle başbaşa bıraktı. Uzun yıllar boyunca “gercilik-ilericilik” kavramları etrafında incir çekirdeğini doldurmayan münazaralar yaptık. Tutuculuk-atılımcılık, muhafazakarlık-inkılapçılık, statükoculuk-hamlecilik mutlaka ikisinden birini seçmemiz gereken hayat gšrüşleri olarak burnumuza dayatıldı. Ne var ki, bu seçeneklerden ancak bir tanesini, “doğru” olanı ihtiyar etme hakkımız vardı. Ezkaza yanlış tercihte bulunduğunuzda, insan olma hakkınıza bile saygı duyulmuyordu. Bu ülke, “solcu olmak demek, adam olmak demektir” vecizesini kemal-i ciddiyetle savunan aydınlar bile yetiştirdi. Değişmek sosyolojik bir kanundu ve sosyoloji kitapları šyle yazıyordu, šyleyse değişmek gerekiyordu. ‚ok geçmeden aynı aydınların, bazı şeylerin niçin asla değişmemesi gerektiği hakkındaki iç kaldırıcı mütalaalarına da katlanmak zorunda kaldık. O kadar “şehlalık” doğrusu hepimizde vardı, bugün de var!
BİZ BU ARIZANIN NERESİNDEYİZ?
Batı retoriği, teknolojik azmanlık dışında, dünyayı ve üzerinde yaşayanları güzelleştirebilecek hemen hiçbir şey üretemedi ve bugün en hoyrat şekilde šnüne gelen dünya kirlenmesi problemi karşısında çaresiz durumdadır. Aynı retoriğin, bu ağır ve vahim netice karşısında ıslah-ı nefs ederek eşyaya bakışını yeniden tanzim etmesi beklenmemelidir. Bize benzer biçimde Batı dünyası da, kendi içinde nirengisizdir ve teknolojik üstünlüğünün sağladığı itibarı, daha adil ve güzel bir dünya için kullanabilme esnekliğinden mahrumdur.
Biz, bu arızanın en kritik yerindeyiz ve yeni bir zihin tazeleme idmanından sonra Batı merkezli dünyaya yeni bir şifa ve güzellik mesajı iletebilecek arka plana sahip durumdayız. Ne var ki,aynı mesajı, kendi aramızda bšlüşmek ve bir iletişim ortamı kurmak konusunda akıl almaz derecede beceriksiz davranıyoruz. Batılıların anlayacağı dille, “Mesih, šnce kendi günahlarıyla hesaplaşma noktasında” bulunuyor. Kendi iletişim ortamımızı kurabildiğimiz gün, yani “sağduyu, basiret, doğru, güzel, iyi faydalı” gibi sıradan kavramlara aynı (ve elbette doğru) karşılıkları verebildiğimiz gün, yani kendi nirengilerimizi yeniden hatırlayabildiğimiz gün, vereceğimiz mesajlara ciddiyetle eğilen üniversal bir dinleyici kitlesi bulacağımızdan şüphe etmiyorum…
*Bu yazı muhterem yazarın Ateş Tercübeleri, Türkiye Günlüğü Yazıları (ÖtükenYay. İst., 1996) isimli kitabından alınmıştır.