Peygamber–Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Efendimizin İnsan Yetiştirme Metodu

Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa -sallallâhu aleyhi ve selem- Efendimizi her yönüyle değil, sadece bir veçhesiyle, hayatının bir bölümüyle takdim etmeye çalışacağım. Bu konuşmamda sizlere, O’nun insan yetiştirmede takip ettiği metodu anlatacağım.
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber olarak Hz. Âdem –aleyhisselâm-‘ı topraktan yaratmıştır. Hakîkatın bilgisi olan, ilâhî kelâm Ku’ân-ı Kerîm’den biz bunu öğreniyoruz. Hz. Âdem –aleyhisselâm- hem ilk insan hem de ilk peygamberdir. Bu şu mânâya gelir: “Yüce Allah insanı yaratır yaratmaz, kendisini ilâhî teklifle mükellef kılmıştır.” Yani, insan başıboş bırakılmış bir varlık değildir. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem –aleyhisselâm-‘dan bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed –aleyhisselam-’a gelinceye kadar çok sayıda peygamber gelmiş geçmiştir. Bunların sayısını kesin olarak söylemek mümkün değildir. Çünkü yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, Efendimize: “Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık…” (en-Nisâ, 4/165) diye buyurmaktadır. Bizler, bütün peygamberlere, bu iki peygamber arasında gelip geçen bütün peygamberlere inanırız.
Peygamberler, insanların öğretmenleridir. Onlar, hayat mektebinin muallimleridir. Peygamberler, ellerinde her hangi bir güç, kuvvet, baskı, dayatma olmadan insanları hakka, hakîkate, dîne dâvet eden ve dîni o insanlara kabul ettiren, Allah tarafından seçilmiş ve görevlendirilmiş insanlardır.
Son peygamber Hz Muhammed –sallallâhu aleyhi ve sellem- kırk yaşına geldiği zaman böyle bir görev ile seçilmiş ve görevlendirilmiştir. Bildiğimiz gibi Peygamberimize ilk inanan insan, O’nun eşidir. Biz Müslümanların da annesi olan, Hz. Hatîce –radıyallâhu anhâ- annemizdir. Çocuklarımıza ve öğrencilerimize ilk Müslümanların kimler olduğunu öğrettiğimiz zaman deriz ki: “Hanımlar içerisinde Hz. Hatîce –radıyallâhu anhâ-, çocuklar içerisinde Hz. Ali –radıyallâhu anh-, köleler içerisinde Hz. Zeyd b. Hârise –radıyallâhu anh-, erkekler arasında da Hz. Ebû Bekir –radıyallâhu anh- ilk Müslümanlardandır. Evet, Efendimizi ilk kabul eden, ona ilk inanan; eşi Hz. Hatîce –radıyallâhu anhâ- annemizdir. Hz. Peygamber Efendimiz, böyle bir görevle görevlendirildiğinde: “Hatice beni kim dinler, ben bu toplulukta kime, ne anlatırım?” diyerek, aldığı vazifenin ağırlığı altında ezilirken, Peygamber efendimizi ilk destekleyen Hz. Hatîce annemiz olmuştur. “Ben dinlerim seni, yâ Muhammed!” demiş ve şöyle devam etmiştir: “Çünkü sen dürüst bir insansın, emîn ve güvenilir bir insansın. Sen, yakınlarına ilgi, alaka duyan bir insansın.” Hatice annemizin o esnada söylemiş olduğu bu sözler, Rasûlullah –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin peygamberliğinden önceki ahlâkını, faziletini, güvenilirliğini bize göstermektedir.
İlk gün ve ilk yıllar işte bu şekilde idi. Efendimiz “Kim inanır, kim kabul eder?” endişesi içerisinde idi. Çünkü vazife çok ağırdı. Toplumun yapısı, toplumun kabul edip etmeme durumu, toplumun içerisinde bulunduğu bataklık Efendimizi endişelendiriyordu. İşte bu tarihten yirmi üç sene sonraya, yani Efendimizin altmış üç yaşına geldiği zamana gittiğimizde; Allah Rasûlu –sallallâhu aleyhi ve sellem- efendimiz vefat edeceği günün sabah namazında odasından mescide açılan pencerenin perdesini kaldırıyor ve mescidinin cemaatle dolu olduğunu görüp tebessüm ediyordu. Efendimizin tebessüm ettiği, gülümsediği anlardan en son an, işte bu andır. Nerden nereye? Yirmi üç senede çok güzel gelişmeler olmuş ve Arap yarım adası tamâmen İslâm’a teslim olmuştu. Yirmi üç sene önce Hz. Peygamber Efendimize ve İslâm’a düşman olanlar, şimdi Müslüman olmuşlar, sahâbe olma şerefine nâil olmuşlar ve Allah rızâsı için cihâd ediyorlardı.
Şimdi, şunu iyice bir düşünmemiz ve tefekkür etmemiz gerekiyor: “Acaba sevgili Peygamberimiz, nasıl bir yol ve nasıl bir metot takip etti ki, kısa zamanda bu güzel netîceyi elde etti?”
Olup bitenlere bakıldığında, O vefat ederken, Arap yarımadası tamamen Medine İslâm Devletinin toprakları haline gelmişti. Arap yarımadası, üç Türkiye büyüklüğünde bir toprak parçası demektir. Az sayıdaki Yahûdî ve Hıristiyanlar hâriç, Yemen’den Kuzey Arabistan’a; Basra Körfezinden Kızıldeniz’e kadar Arapların hemen hemen tamâmı Müslüman olmuşlardı. Sevgili Peygamberimiz, vefatından seksen iki gün önce katıldığı “Vedâ Haccı”ndaki “Vedâ Hutbesi”nde bir rivâyete göre doksan bin, bir rivâyete göre yüz yirmi bin, diğer bir rivâyete göre ise yüz kırk bin hacıya hitap etmişti. Yirmi üç sene sonra sadece hacca gelenlerin -Efendimiz sadece bir sefer hacca katılmıştır, o da Vedâ Haccı’dır- sayısı, ortadaki rakamı esas alırsak yüz yirmi bindir. Bunların âilelerini ve gelemeyenleri hesaba kattığımızda Arap yarımadasındaki müslümanların sayısının ne kadar olduğunu anlayabiliriz.
“Acaba Peygamberimiz bu neticeyi nasıl elde etmiştir? Kırk yaşında, evinde tek bir insanın îman ettiği bir peygamber, yirmi üç sene sonra bu neticeye nasıl ulaşmıştır.”
Saygı değer dinleyicilerim! Peygamber –sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin hayatı Kur’ân-ı Kerîm ve sahâbenin anlatımıyla koruma altına alınmıştır. Detaylı bilgiler sahâbe anlatımlarıyla hadis kitaplarında mevcut bulunmaktadır. Bu kaynakları okumayanlar, Hz. Peygamber Efendimizin, bu neticeyi, katıldığı savaşlar yardımıyla elde ettiğini iddia ederler. Her fırsatta, İslâm’ın kılıçla yayıldığını söylerler. Evet, Hz. Peygamber Efendimizin hayatında savaş ve kılıç vardır. Fakat savaşın şekli ve kılıcın kullanılması bugünkü gibi değildir, tamâmen farklıdır.
Peygamber Efendimizin katıldığı savaşların sayısına bakıldığında bu sayının yirmi dokuza ulaştığını görürüz. Bunlardan dokuz-on tanesinde fiilî çatışma meydana gelmiştir. Elli yedi veya elli sekiz seriyye göndermiştir. Tüm bunların hepsini yan yana getirdiğimizde on senelik bir Medine döneminde seksen beş askeri birlik Medine’den çıkmıştır. Bedir, Uhud, Hendek, Mustalikoğulları, Tebük, Mûte gibi büyük gazâlarda fiilî çatışmalar olmuş, dost birliklerden şehit düşenler, düşman birliklerinden ölenler olmuştur. Bugün zannedildiği gibi bu savaşlarda çok sayıda insan ölmemiştir. Savaş denildiği zaman bugünkü dünyanın âdil olmayan, gayr-i insânî savaşları akla gelmektedir. Irak’daki, Çeçenistan’daki, Filistin’deki dehşet veren savaşlar gibi. Hâlbuki Peygamber efendimizin savaşları; âdil savaşlardır, insânî savaşlardır. Muhammed Hamidullah Hocamız –Allah rahmet eylesin-, Efendimizin katıldığı savaşları tek tek inceleyerek Müslüman birliklerinden şehit olanların sayısının yüz otuz dokuz olduğunu, düşman birliklerden ölen insanların sayısının iki yüz kırk civarında olduğunu, toplamda ise tüm bu savaşlarda ve seriyyelerde ölen insanların sayısının dört yüzü bulmadığını tespit etmiştir. Kurayzaoğulları bunun dışında tutulmalı, çünkü onlar kendileri hakem tayin ettiler ve kendi şeriatlarının kitabı olan Tevrat’a göre hüküm giydiler. Yani, bu bilgilere göre dört yüz insan karşılığında Arap yarımadası İslâm’a kazandırılmıştır. Bu da “İslâm kılıç zoruyla yayılmıştır.” diyenlerin iddialarının tutarsız olduğunu göstermektedir. Bu netice gösteriyor ki Peygamber Efendimiz, katıldığı savaşlarda insanları öldürmek istememiştir. Çünkü Allah Teâlâ: “Ya Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” (el-Enbiyâ, 21/107) buyurmaktadır. Şayet öldürmek isteseydi bu sayı kat kat artardı. Öldürmek isteseydi, Mekke Fethinde hiçbir Mekkeli onun elinden sağ kurtulamazdı.
Sözlükte savaş, karşıdaki düşman birliğini her şeyi ile yok etme faaliyeti olarak tanımlanmaktadır. Amerikan’ın, Irak’ta yaptığı gibi… Kadın, çoluk-çocuk, tarihî eser, bina vs. hiçbir şey gözetmeksizin yok ettiği gibi. Aynı şekilde İsrail’in, Filistin’e yaptıkları gibi… Savaşın bugünkü dünyada tatbikatı bu şekildedir. Ama Bedir savaşı veya Mekke Fethi, bugün cereyân eden savaşlar gibi değildir. İşte, Hz. Peygamberin savaşı bugünkü savaşlardan ayrıdır. Peygamber Efendimizin savaşı: Karşıdaki düşmanı her şeyi ile yok etme, imhâ etme savaşı değil; her şeyi ile ihyâ etme, diriltme faaliyetinin adıdır. Efendimizin dönemi hariç, tarihin hiçbir döneminde, iki toplumun birbirleriyle savaştıktan bir gün sonra dost, kardeş oldukları görülmemiştir. Mustalikoğulları savaşı neticesinde, Mustalikoğulları gelmiş müslüman olmuşlardır. Hüneyn savaşı hâkeza. Savaştan sonra Hevâzin kabîlesi Müslüman olmuştur. Mekke Fethi de bu şekildedir. Mekkeliler, fetihten sonra toptan Müslüman olmuşlardır.
Neden?
Çünkü Efendimizin niyetinin; öldürmek değil diriltmek ve insanları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmak olduğunu bu insanlar anlamışlardır.
Peki, savaşlarla olmadığına göre Peygamberimiz bu neticeyi nasıl elde etmiştir?
Şurası bilinmelidir ki, zoraki, dayatmalarla, savaşla, insanları öldürerek bir fikri karşıdaki insanların kalbine yerleştiremezsiniz. Bu, mümkün değildir.
Peygamberimizin, bu neticeyi, şu üç yolu takip ederek aldığını görüyoruz:
Karşısına almış olduğu insana diyor ki: “Senin içinde, kalbinde sana yaramayan olumsuzluklar var. Bunları terk edeceksin.”
“Terk ettiğin olumsuzlukların yerine güzellikleri dolduracaksın.”
“Bana bakacaksın. Benim gibi olmaya çalışacaksın. Özellikle dînî hayatını benden öğreneceksin.”
Bunu şöyle bir misalle müşahhas hale getirebiliriz:
Bir elimizde, yarıya kadar pis, bulanık, kirli su ile dolu bir bardak olduğunu; diğer elimizde ise temiz su ile dolu bir şişe olduğunu farz edelim. Şişedeki temiz suyu, yarıya kadar pis su ile dolu olan bardağın üzerine doldurduğumuzda, nasıl ki bardaktaki pis su temizlenmez, aksine koyduğumuz temiz su da pislenmiş olur. İşte Peygamberler, insanları Hakka dâvet ederken böyle bir yol izlemediler. Bütün peygamberler, önce bardaktaki pis olan suyu boşaltmış, bardağı yıkayarak temiz hale getirmişlerdir. Ondan sonra temiz suyu bardağa doldurmuşlardır.
Peygamberimiz önce, insanlara putları reddetmesi gerektiğini söylemiş; şirkten, küfürden kalplerini tahliye etmelerini istemiştir. İlk teklif; putları reddedeceksiniz, kız çocuklarınızı diri diri toprağa gömmeyeceksiniz, ahlaksızlık yapmayacaksınız, hırsızlık yapmayacaksınız, birbiriniz hakkında söz getirip götürmeyeceksiniz, olmuştur. Bunların her birinin, insan olma özellikleriyle ters olan şeyler olduğunu anlatmıştır. Ve insanlar, bu söylenenleri iyice düşündüklerinde, söylenenlerin doğru olduğunu idrak etmişlerdir.
Bardağı câhiliye insanına, içerisindeki pis suyu câhiliye insanının kafasındaki, kalbindeki şirke benzettiğimizde; Efendimiz önce bardağı ters çevirerek içerisindeki kirli suyu, şirki boşaltmış, yıkamıştır. Sonra karşısındaki insana “Putları reddettin, Allah’a inanacaksın. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi terk ettin; onları yetiştireceksin. Zinayı, ahlaksızlığı terk ettin; nikâhlanıp evleneceksin. Hırsızlığı terk ettin; çalışacaksın. İftirayı, gıybeti terk ettin; güzel sözler söyleyeceksin.” demiştir.
İslâm’ın ilk yıllarında, îmânı kuvvetlendirmek, kötülükleri atmak, insanın içini, kafasını ve kalbini temizlemek, tezkiye etmek vardı. Hem Mekke’deki dâvetin ilk yıllarında Mekkelilere, hem de Medine’den gelip İslam’la ilk tanışan insanlara Akabe bîatlarındaki teklifler bunlar idi.
Görülüyor ki, önce boşaltma, temizleme yapılmış sonra yerine güzel şeyler konmuştur. İşte Peygamberler, insanların içerisindeki iltihabı alan, kurutan doktorlar gibidirler. Bugün insanımızın problemi budur. Her birimizin îman zaafı bulunmaktadır. İçerisinde yaşamış olduğu dünyanın kirleriyle kafası, kalbi kirlenen insanlar vardır. Bu insanlar beş vakit namaz kılabiliyor, oruç tutabiliyor, hacca, umreye gidebiliyor. Bunlar, değişik İslâmî kimlik ve kişilik içerisinde durabilen, görülebilen insanlardır. Fakat bir netice elde edilemiyor. Demek ki, bir yerlerde bir hastalık mevcuttur. Bazı insanlar sünneti sadece misvak, sarık gibi efendimizin giyim kuşamına indirgemektedirler. Yıllar yılı bu sünnetlere sarılarak yaşasak bile İslâm’ı ayağa kaldıramayız. Sünnet sadece yeme, içme, oturma, kalkma değildir. Tabiî ki, bu saydıklarım çok önemli sünnetlerdir, bunları yapmamız lazımdır. Fakat sünnet, Efendimizin yolu olduğuna göre; “Sevgili Peygamberimiz hayatı nasıl anladı? Nasıl kavradı? Kısa zamanda bu başarıya nasıl ulaştı? Nasıl çalıştı?” bunu kavramamız, anlamamız gerekmektedir. On senelik Medine hayatında otuz kere evinden, Medine şehrinden çıkmış bir insan… Bizler ömrümüz boyunca kaç kere İslâm uğruna evimizi terk etmekteyiz. Öyle zamanlar olmuş ki, günlerce evine dönmemiş. Tebük bunlardan birisidir. Tebük, bugün Suudî Arabistan ile Ürdün sınırında bir kasabadır. Ta oralara kadar bu yolları ordusuyla kah deve sırtında kah yürüyerek gelmiştir. Suları, yiyecekleri var mı idi? Buna “Zorluk Ordusu, Zahmet Ordusu” diyoruz. Peygamber Efendimiz İslâm’ı bu insanlara götürmek için, İslâm’ın hâkimiyetini sağlamak için otuz defa evini, ocağını, yurdunu terk etmiştir. İşte ön plana almamız gereken, üzerimize düşeni yapmamız gereken sünnet budur.
Sevgili Peygamberimiz, bu insanlara önce bu pisliklerden temizlenmelerini söylemiş ve bunun yollarını öğretmiştir. Bizler de çağın bize dayatmaya çalıştığı pisliklerden, kafamızı, gönlümüzü, fikrimizi temizlemeye çalışmalıyız. Onların yerine kendimizi güzelliklerle donatmalıyız. “Allah Rasûlu Efendimizin bize teklif ettiği, sunduğu bu güzelliklerin ne kadarını şahsımızda toparlayabilmişiz?” Buna bakmalıyız. Sonra da çevremizdeki insanlarla bu mânâda ilgilenmeliyiz.
Üçüncü yola baktığımızda; Peygamber Efendimizin kendisini ön plana çıkardığını ve kendisinin örnek alınması gerektiğini görüyoruz. Çünkü Allah Teâlâ: “Andolsun, Allah’ın Rasûlünde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 33/21) buyurmaktadır.
Peygamberi, hayatı mûcizelerle dolu, ulaşılamayan, insanüstü bir varlık, melekten de öte birisi olarak sunarsak; böyle bir peygamberi hem kendimiz kabul edip O’nun sünnetlerini yaşayamayız hem de çevremize anlatamayız. Sahâbe, bizim gibi mûcizelerin peşine çok düşmemiştir. Allah Teâlâ, peygamberleri meleklerden değil insanlardan seçip göndermiştir. Çünkü onlar, bize örnek olmuşlardır. “Namazı, haccı nasıl yaptıysam bana bakın, öyle yapın.” demiş. Gerçekten imam olmuş, önder olmuş, örnek olmuştur.
Tüm bunların delillendirilmesini Kelime-i Tevhid’de buluruz. Önce, “Lâ ilâhe” diyerek reddetmek; hiçbir ilah kabul etmemek, görünür görünmez hiçbir put, onların bana dayattığı hiçbir fikri kabul etmemek gelir. Sonra, “İllallah” demek. Sadece Allah var ve Allah’ı kabul ediyorum. Bir de “Muhammedün Rasûlullah”: Kabul ediyorum ki Muhammed, Allah’ın kulu, benim imamım, Allah’ın bana gönderdiği bir elçidir.
Hayatımızda, kendimize kimi örnek alırsak alalım, bir gün onu yaptığı veya yağmadığı bir işten dolayı eleştirmişizdir. Fakat sahâbey-i kirâm efendilerimizin hiçbirinden, Peygamberimizle alakalı hiçbir olumsuz bir söz duyamazsınız, duyulmamıştır da. Efendimiz hayatta iken, hakkında vahiy olmayan belli bazı konularda sahâbe efendilerimiz “acaba şöyle olsa olmaz mı?” demiştir. Fakat efendimiz gerekçeleri sunmuş, onlar da kabul etmiştir. Veya Bedir savaşında olduğu gibi, sahâbe nazik bir şekilde fikrini ve gerekçelerini sunmuş, Efendimiz de o fikri kabul etmiştir. Hazreti Peygamber, çevresine “Benim dediğim dedik, çaldığım düdük.” dedirten birisi değildi. Onlara bu dâvâyı kabul ettirmiş ve bu dâvâda bir hisselerinin olduğunu hissettirmiştir.
Efendimiz vefat ettikten sonra, hiçbir sahâbeden Hz. Peygamber hakkında zerre kadar olumsuz bir söz sadır olmamıştır. İşte Efendimiz, böylesine bir örnektir, Fıtratı, huyu, karakteri farklı farklı olan sahâbe efendilerimiz, Peygamberimizi örnek almada, kabul etmede ittifak halindedirler. Bu da gösteriyor ki; Peygamberimiz gerçekten peygamberdir, gerçekten imamdır, gerçekten önderdir. İşte Yüce Allah’ın bizim için ve bütün insanlar için seçip gönderdiği bu güzel insanı dâvâsıyla, mücâdelesiyle, İslâm’ı insanlara sunma metoduyla, yaşantısıyla, verdiği mesajıyla beraber tanımak bizim görevimizdir.
Efendimize aşırı derecede düşman olanlar bile, bir müddet sonra O’nun dostu oluvermişlerdir. Çünkü onlara hakaret etmemiş, ağır söz söylememiştir. Biz bugün İslâm düşmanlarına karşı ağza alınmayacak sözler söylemekteyiz. Bu İslâm’a uygun, peygamber sünnetine uygun bir davranış değildir. İşte Hz Ömer, Hâlid bin Velîd, Amr b. el-Âs, Ebû Süfyan… hepsi İslâm’a girmeden önce İslam düşmanlığı yaptıkları sırada bile Efendimizden hakaretamiz bir söz işitmemişlerdir. Şunu iyice bilmemiz gerekmektedir: Peygamber efendimiz insana değil, insanın içindeki kirli düşünceye bâtıl inanca düşmandır. Biz ise maalesef kirli suya olan düşmanlığımızı, bardağa düşmanlığa dönüştürüyor ve bardağı kırıyoruz. İşte, Hz. Peygamberin çevresindeki insanlar, bunu fark etmişlerdi. Maalesef biz bugün bunu iyice ayıramamakta ve insanlara düşman olmaktayız. Görüyoruz ki, Peygamberimiz İslam’ı kılıçla yaymamış, fakat şer güçlere karşı İslâm Devletini kılıçla korumuştur.
Sonuçta bizler, Efendimizle alakalı yazılmış tüm kitaplardan istifade ederek onun hayatına bir kapı aralamalı ve o kapıdan hayatın içine girmeliyiz. Çocukken onunla beraber oynayan Hamza, Abbas olmalıyız. Bedir’e giden, sayıldığı zaman yaşı küçük olduğu için geri çevrilen sahâbe olmalı ve isimleri iyi kavramalıyız. Aynı âileden bir fert gibi; mahalleden, köyümüzden insanlar, arkadaşlarımız gibi tanıyacağız O’nu. Hâsılı, Peygamber dünyasına böyle girip bu şerefe nail olacağız.
Tavsiyemiz şudur ki; başucunuzda Peygamber efendimiz ve sahâbenin hayatını anlatan birkaç kitap bulunmalı; yatmadan önce bunlardan biraz okumalı; onlarla beraber olup, onlarla yatmalı; işin içine girip o hayatı adım adım gezerek yudum yudum yudumlamalıyız. Sabah kalkınca da namazdan önce ve sonra muhakkak Kur’ân-ı Kerîm okumalı, Allah’ı çokça zikretmeli ve güne bereketli başlamalıyız. Televizyon, internet vs.ye fazla takılmamalı ve mânevî hayatımızı perişan etmemeliyiz.
– 29 Nisan 2007 tarihinde yapılmış konferansından alıntıdır.
– Erzurum Atatürk Üniversitesi, İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.