SİZDEN GELENLER- Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca Tavır Almak -Yusuf Karagözoğlu

SİZDEN GELENLER- Toplumdaki Ahlaki Çöküşe Karşı Müslümanca Tavır Almak -Yusuf Karagözoğlu

Ahlâk kelimesi Arapça olup, İslami terminolojide huy mânâsına gelen hulk (veya hulûk) kelimesinin çoğuludur. Hulk; din, tabiat ve seciye mânâlarına gelir.1 Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de hulûk kelimesi, biri adet ve gelenek, diğeri de ahlak ve huy manasında olmak üzere iki yerde kullanılmıştır. Şuara suresi 137. ayette “Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir.” denilerek adet ve gelenek anlamında, Kalem suresi 4. ayette de Resûl-i Ekrem (sav)’e hitaben:Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzere bulunmaktasın.” denilerek ahlâk ve huy manasında kullanılmıştır. Esasen ahlakı, insanın fiil ve davranışlarının kendi içine yerleşip istidad ederek meleke haline gelmesi; tabiatına yerleşen, karakterini oluşturan alışkanlıklar diye tarif edebiliriz. Kişiye ahlakından neşet eden eylemlerine göre iyi ahlaklı ya da kötü ahlaklı deriz. İyi ahlaklılar faziletli, iffetli, dürüst, güvenilir, adaletli, fedakâr bir şekilde yaşarlarken kötü ahlaklılar da adi, iffetsiz, yalancı, sahtekâr, haksız, asalak ve bencil bir şekilde yaşarlar.

İslam dininde ahlak, manevi dinamiklerden biridir. Ahlakın fert ve toplum üzerinde kuşatıcı manevi gücü vardır. Bu gücün tesiri gerek ibadet hayatında, gerek aile hayatında, gerek sosyal ve ticari hayatta kendini bariz bir şekilde gösterir. Mesela ibadet hayatında kazandığı güzel haslet ve donanımları içtimai hayatına uygulayarak bunların semeresini alabilir. Tadil-i erkâna uyularak kılınan namaz kişiyi her türlü şer ve kötülüklerden, hayâsızlıklardan alıkoyar; iyi ve güzel işlere yönelmesini, kötü ve çirkinden işlerden uzaklaşmasını telkin eder. “Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi/45) Kalbin huzur ve sükûnetle Allah’a bağlılığını kuvvetlendiren bir bağ, ruhun fani dünyanın düşük ve süfli arzularından kurtulup ulvi mana âlemine yükselmesi için büyük bir basamak, zihnin her türlü şek ve şüpheden arınarak tefekkür ve muhasebe için fırsat bulma, nefse başkaldırarak onun tasallutundan sıyrılıp deruni içe yönelme hali ve bedenin bütün azalarının iştirak ettiği mükemmel bir huşu ve vecd hali, Allah’a gönülden teslim olup O’nun kapısında haşyet ve saygıyla boyun eğmedir.

Allah’a verdiği sözü beş vakitte yerine getiren bir müslümanın başkasına verdiği sözünden cayması düşünülemez ya da pişmanlık ve nedamet dolu eğri hayatını namazla doğrultan birinin yalana tevessül etmesi şaşılacak şeydir veya namazda her rekâtta dürüst ve güvenilir olacağına nefsini Allah’a karşı şahit tutan birinin işinde hileye başvurması anlaşılacak şey değildir. Layıkıyla tutulan oruç şehvani ve nefsanî arzulara gem vurur, kişinin iradesini güçlendirip zorluklara karşı dayanma gücü ve sabır kazandırır. Kalbin temizlenip nurlanması için büyük bir riyazet eğitimi, maddi zevklerden kurtulup nefsin arınarak tekâmül etmesi için bir tezkiye şekli, süfli istek ve arzulardan feragat edip nefsin kontrolünü sağlamaktır.

“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. (Bakara Suresi / 183) Orucun meşakkatlerine sabırla katlanan bir müslümanın şehevi hislerine mağlup olup zinaya yaklaşması çok tehlikelidir ya da orucunu helal ve temiz nimetlerle açan birinin oruçtan sonra midesine haram lokma sokması kabul edilir bir şey değildir. Rükûnlarının tam olarak yapıldığı bir hac farizası farklı dil ve renklerin inanç ve akide sancağı altında bir ümmet olduğu, giyinilen ihram elbiseleriyle hayattan kopup ölümün provasının yapıldığı, kıblesi bir olan farklı ülkelerdeki müslümanların iman kardeşliğiyle sevgi ve dostluklarını perçinleştirdiği psikolojik bir eğitimdir.

“Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke’deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kâbe)’dir. Onda apaçık deliller, İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Âl-i İmran suresi / 96 – 97) Hacda ümmet bilincini yakalayan bir müslümanın ırk üstünlüğünü öne çıkarması, iman kardeşliğini tadamadığının işaretidir. Zenginlik, sosyal statü ve unvan gibi dünyevi durumlarıyla altındaki kişileri ezmeye çalışanlar zengin-fakir, idareci-idare edilen, işveren-işçi vb. hepsinin eşit, kefeni andıracak şekilde giydikleri elbiselerle adeta mahşer yerine gittiklerini ne çabuk unuttular? Yoksa gerçek mahşerde hesap vermeye güçleri yetiyor mu? Hakkıyla eda edilen zekât ve sadaka vecibesi malın zengin ellerden çıkıp fakirlere ulaşmasıyla fakirin gönlünün kazanılması, zengine karşı içindeki kini ve hasedi yok etmesi; zenginin de malının kirinden temizlenmesi, cimrilik hastalığından kurtulması, toplumda servetin belli ellerde toplanmasının önüne geçilerek sosyal adaletin kurulması, fertler arasında paylaşmayla gelen muhabbet, cömertlik ve merhamet hislerinin gelişmesini sağlar.

“Allah’ın fazl u kereminden kendilerine verdiği malda cimrilik edenler, sakın onu kendilerine hayır sanmasınlar. Tam aksine, o, kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey (mal), kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmran Suresi / 180) Malının zekâtını veren bir müslümanın alacaklı olduğu borçlu kişilere tefecilik uygulaması tasvip edilen bir davranış değildir ya da zekâtla malını kirden temizleyip bereketlendiren birinin faizle muamele yapması tekrar malını kirletip bereketsiz yapmaz mı?

İman için ahlak aranılan bir şeydir, fakat hedeflenen bir şey değildir. İman elbisesine bürünmemiş bir ahlak sahibini yalnızca bu dünyada ruhbanlar gibi zühde büründürür ya da filozoflar gibi erdemli kılar; lakin iman etmediği için yaptığı onca güzellikler, biriktirdiği o kadar iyilik ve erdemler çerçöp olur, heba olup gider, ebedi saadet yurdu olan cenneti kaybetme pişmanlığının ifadesi olarak ellerini birbirine ovuşturur. İman toprağında yetişmeyen takva ve ihlâs suyundan içmeyen ahlak ağacı ahiret meyvesini veremez, semeresi sadece geçici dünyayla sınırlı kalır. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa gidermeyin. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden bir istifadeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidayet vermez.” (Bakara Suresi / 264)

İslam binasının temeli tevhiddir. Diğer değerler manzumesinde olduğu gibi ahlak da bu temel üzerinde yükselir. Toplumda ahlaktan önce tevhidî altyapının oluşması zaruridir. Ahlakı yükselten ve onu nitelikli hale sokup imanın kemale ermesinde ona yer açan tevhid düsturudur. Nitekim ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.’ diyen Peygamber-i Zişan Hz. Muhammed (Aleyhissalatu Vesselam) her türlü ahlaksız ve çirkefliğin hâkim olduğu, zinanın aleni olarak irtikâp edilip fahişeler için kırmızı bayrakların dikildiği, halka açık alanlarda ve eğlence panayırlarında fıçılar dolusu içkinin su gibi tüketildiği, faiz ve tefeciliğin yaygın olduğu, köle ticaretinin yapıldığı, kızların diri diri gömüldüğü, sayıları üç yüzü aşan putların bulunduğu Arap cahiliye toplumunu hak dine davet için gönderildiği zaman onları tevhidi söylemle davet etti.

Yoksa aksine onlara ahlaki söylem üzerinden tebliğde bulunsaydı bunu ahlaklılar ve ahlaksızlar diye ikiye ayırarak sosyolojik zemine çekerdi, dikkatler akideye, imana, inanca değil ahlaka, erdeme yönelmiş olacaktı; böylelikle de ahlaklı azınlık dışında diğer çoğunluk istenmeyen bir sonuç olarak davete yakınlaşmaktan ziyade daha çok davetten uzaklaşmış olacaktı. Bundan başka imtiyazlı sınıf doğmuş olacaktı ki, her zaman için bu sınıfsal farklılık tevhidin özüne aykırıdır. Bu yüzden Peygamber (as) akide zemininde ahlaki söylemi de içine alan bir tevhidî söylemle mesajlarını topluma iletme yoluna gitmiştir. Çünkü önce kalplerin pisliklerden arındırılması, zihinlerde örülü şirk ağının temizlenip bunun yerine kelime-i tevhidin zihinlere ve ruhlara işlenmesi gerekliydi. Zihinlerde, ruhlarda ve kalplerde başlayıp pratik hayatın içine taşınacak olan bu inkılâp hareketi faizci ve tefeci, karaborsacı sermaye kodamanlarına bir iktisadi başkaldırı, ahlaksız fahişe ve ayyaşlara karşı sosyal ve ahlaki bir başkaldırı, kabile reislerine ve şirk meclisinin müstekbir liderlerine karşı siyasi ve otoriter bir başkaldırıydı.

Aynı zamanda tevhid ve akide zulme uğramış mustazafların toplum içinde itilip kakılmış ve hor görülmüş olanların da umuduydu. Zaten yarın onlar omuz verecekti bu davaya. Bu davanın selameti için, akidenin ve inancın herkese ulaşabilmesi için, sosyal hayata yansıması için, tevhidin her zaman ve her yerde yankılanması için bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Bu bedeli peygamber gibi yakın arkadaşları da ödemeye hazırdı. Bilal değil miydi bunun için kaya gibi taşlar altına yatırılıp işkence edilen? Ammar b. Yasir değil miydi işkenceyle dövülüp anne ve babası şehid edilen? Zeyd değil miydi köle olarak satılan? Habbab değil miydi kızgın kumlarda işkence edilen? Ve en önemlisi Taif’te taşlanan, namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılan, Kureyş büyükleri tarafından kendisine teklif edilen o kadar dünyalık mal-mülk, makam-mevki, güzel kızı, liderlik, şan ve şöhreti elinin tersiyle itip ‘Allah’a yemin ederim ki, bu işi bırakmam karşılığında güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de asla bu davadan vazgeçmem’ diyen bir nebevi kararlılığa sahip âlemlere rahmet Hz. Muhammed değil miydi?

Tevhidin anlamını, kendi dillerinde La İlahe İllallah’ın karşılığının ne manaya geldiğini çok iyi bildikleri için Peygamber ve davetin çekirdek kadrosuna (bir avuç arkadaşına) karşı boykot kararı aldılar, onlara zulüm ve işkence yaptılar, tuzak kurdular, hatta kendi aralarında Muhammedül Emin dedikleri, güvenip saygı duydukları Allah’ın Elçisini suikastla öldürmeye kalktılar. Ama sonuçta Mekke döneminde sayıları üçü beşi geçmeyen bu inanç ve dava erlerinin kalplerinde ve ruhlarında önce tevhidin akidesinin ikamesi gerekliydi. Ardından sayıları gittikçe artıp cemaatleşen bu dava erleri Medine döneminde devlete kavuşunca adab-ı muaşeret ve ahlaki kaideler toplumda hâkim olmaya başladı.

Kur’an’da toplumsal çöküş işlenirken inançsızlık ve ahlaksızlığın çöküşü hızlandırdığı vurgulanır. Biz bir beldeyi yok etmek istediğimizde oranın şımarık elebaşlarına emrederiz de kötülüğe dalarlar. Böylece o belde hakkında hükmümüz haklılık kazanır. Bunun üzerine orayı alt-üst ederiz.” (İsra Suresi /16) ayetinde belirtildiği üzere Allah önce o kasabaya uyarıcı olarak elçilerini gönderir. Daha sonra oranın şımarık zenginleri, yönetici elitleri, gücü ellerinde bulunduran müstekbirler zümresi inkâra dalarlar, fısk ü fücur yaparak toplumun ahlaken düşüşünü sağlamaya çalışırlar. Bu konuyla ilgili ayetin tefsirinde Seyyid Kutup şunları söyler: ′İçlerine gevşeklik çöker, bozulurlar, doğru yoldan sapar ve hayâsızlığa dalarlar. O milletin kutsal değerlerini, iftihar kaynaklarını ve diğer değerlerini ayaklar altına alırlar. Irzlarını, namuslarını ve dokunulmaz kabul edilen değerlerini önemsemezler. Kendilerine karşı çıkacak kimsenin olmadığını anladıklarında, yeryüzünde bozgunculuğu yayarlar. Milletin içine hayâsızlığı yayar, yaygınlaştırırlar. Bir milleti ayakta tutan üstün değerleri ucuzlatırlar. Milletin kendisi için yaşadığı değerleri hiçe sayarlar. İşte bu nedenlerle millet çözülür, yılgınlığa düşer.′2 Böylelikle toplum, içindeki yüce ahlaki erdemlerin yok olup gitmesine, toplumu ayakta tutan güzel hasletlerin kaybolmasına seyirci kalıp ses çıkarmaz ve her türlü kötülük ve hayâsızlığın yayılmasına razı olursa, o toplum veya millet o kötülükleri işleyenlerle birlikte kendi akıbetini hazırlayarak bütün toplumlar ve milletler için sünnetullah olan Allah’ın helak yasasını hak eder, katiyyen bu yasadan kurtulamazlar.

Kur’ân-ı Kerim’de kendilerine gönderilen peygamberlerin davetine sırt çevirip uyarıları dikkate almayıp şirk, küfür ve fasıklıklarında inat eden eski milletlerin ve kavimlerin helak olmasıyla ilgili birçok örnek vardır. Onların helak olmalarında hiç şüphesiz birçok illet vardır. Bu illetlerin belli başlıları inkâr ve inançsızlık, zulüm ve adaletsizlik, baskı ve zor kullanma, lüks ve refah içinde yaşama, şımarma ve gururlanma, kibirlenme ve büyüklük taslama, toplumsal çözülme ve ahlaki bozukluktur. Milletlerin yıkılışında ve devletlerin çöküşünde toplumsal çözülme ve ahlaki bozukluğun başat rol oynadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Nitekim Kur’an’da geçen, tarih sahnesinden çekilip geride izler bırakmış birçok kavmin yıkılış örneklerini incelersek sosyal hayattaki ahlaksızlık türlerinden fuhuş ve hayâsızlığa Lut kavmini, güç ve kuvvetlerine güvenip kibirlenmeye Ad kavmini, lüks ve refah içinde şımarmaya Semud kavmini, ticari ahlaksızlığa Medyen kavmini, siyasi ahlaksızlığa Firavun ve kavminin ileri gelenlerini verebiliriz.

Lut kavminin kendisinden önce hiç kimsenin yapmadığı o çirkin fiili işlemek için, şehvetlerini tatmin için kızları değil de erkekleri tercih etmesi yani homoseksüellik yapmasıyla başlayıp ve Hz. Lut ve yanındakileri kendileri gibi olmadığı, temiz kaldıkları için suçlayıp tehdit etmeleri onların kötü akıbetini hazırlamıştır.3 Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sare’ye bir erkek çocuk müjdeleyen melekler Hz. Lut’a Allah’ın azap hükmü kesinleşmiş karısı hariç ailesiyle kavmini gecenin bir yarısında terk etmesini ferman buyurmuştur. Lut peygamberin kavmine acıyıp öğüt vermesi, bu davete kulaklarını tıkayan kavminin inkârını arttırıp onları azgınlaştırmaktan başka işe yaramadı. Ve hayâsızlık bedene yayılan kangren gibi tüm kavmi istila edince Allah kavmin başına çamurdan pişmiş yağmur gibi taşlar yağdırarak onları helak etti. Sanki orada hiç yaşanmamış gibi hepsinin kökleri kazınmıştı.3

Ad kavminin yeryüzünde büyüklük taslayıp güç, kuvvet ve saltanatlarına güvenmeleri, haddi aşarak kendilerine onları bahşeden yüce yaratıcıya şükretmek, O’nu hatırlamak yerine Allah’ı inkâr edip isyan içine girmeleri onları geri dönüşü olmayan bir sona doğru sürüklemiştir.4 Rablerine karşı isyan ve inkâr yolunu seçen Hud peygamberin davetinden yüz çeviren ve O’nun tüm uyarılarını dinlemeyip O’na komplo ve tuzak kurmaya çalışacak kadar düşmanlıkta ileri giden bu kaba, zorba kavmin Allah tarafından helak edilmesi yakındı. Rivayete göre belli bir müddet kuraklık yaşayan Ad kavmi gökyüzünde koyu bir bulut gördüler, onun yağmur yüklü bulut olduğunu zannettiler. Hâlbuki o bulut yedi gün, sekiz gece onların üzerine esip köklerini kazıyacak olan kuru bir rüzgârın habercisiydi. Ama bunu nereden bileceklerdi? Olan olmuş, iş işten geçmişti bir kere.5

Semud kavminin biriktirdikleri servet ve malları, dağları yontarak yaptıkları, güvenilir ve sağlam olduğundan emin oldukları evleri onları aniden uğradıkları yıkımdan kurtaramadı. Kibir ve gururlarına yediremedikleri için istedikleri mucize gerçekleştiği halde inkârda direttiler. Rivayete göre Salih peygamberin mühlet tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sabahında, güneşin doğmasıyla birlikte üstlerindeki gökten (çığlık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve altlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Yurtlarında diz üstü çökük vaziyette kalakaldılar.6

Medyen kavminin ticaret ve alışverişlerinde malı ölçüp tartarken vermesi gereken miktardan daha az ölçerek adalet ilkesinden ayrılmaları ya da diğer (istifçilik, karaborsacılık) gayrimeşru yollarla haksız kazanç sağlamaları onların yoldan sapmalarına neden oldu. Şuayb peygamberin onlara helal yoldan kazanmaları hususunda öğüt verip uyarması sonrasında kıldığı namazın kendisini haksız yollardan kazanmaya men ettiğine kani oldukları için O’nun namazına ilişmeye başladılar. Şuayb peygamber onların kötü ahlak ve karakterlerini törpüleme yoluna gidip onları düzeltmeye yeltenince bu Medyen kavmine ağır geldi ve O’na düşman kesildiler.7 O’nun namazıyla alay edip O’nu horlamaya başladıktan sonra düşmanlıklarını O’nun canına kastetmeye kadar götürdüler. Rivayete göre Allah onların üzerine, yedi gün süren bir sıcaklık gönderdi. Serinlemek için bir bulutun gölgesine sığındılar. Nihayet hepsi bulutun altında toplanınca, bulundukları yerde büyük bir zelzele oldu. Onları bir çığlık yakalayıverip onların üzerine gökten ateş yağdı.8

Mısır’ın yönetiminde bulunan Firavun, halkı üzerinde zulüm, baskı ve tahakküm kurarak, onlar aralarında tefrika çıkararak onları gruplara ve fırkalara ayırıyordu. Kendi milletinden olan Kıptileri sarayında ve çevresindeki yüksek mevkilere getirip onları el üstünde tutuyordu; fakat değer vermeyip hor gördüğü İsrailoğullarını zor ve ağır işlerde çalıştırıp köleleştiriyor, böylece onları uysallaştırıp ezerek sömürüyordu. Zaten köleleştirilen İsrailoğullarının Firavunun gücünden korkup Musa’nın davasına arka çıkmamaları, zillet içinde yaşamaya razı olmaları, onların ne kadar yılışık, silik kişilikte olduklarını gözler önüne seriyor. “Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.” (Zuhruf/ 54) ayetinde Firavunun kendi kavmini köleleştirerek küçümseyip zillete layık hale getirdiği, onların da sessiz ve tepkisiz kalarak bu hale gelmede rollerinin olduğu belirtilir. Ebu’l Ala Mevdudî bu ayetin tefsirinde şunları söyler: ‘Halkının aklını, ahlâkını ve hatta onların yiğitliğini bile hiçe saymış ve halkı aptal yerine koymuştur. Çünkü onları korkak ve şahsiyetsiz kimseler yerine koyarak, adeta ben bu insanları istediğim gibi evirir-çevirir ve yönlendiririm demiş olmaktadır. Ancak bir ülke bu şekilde teslim alınmış ve halk, hükümdarın önünde köleleşmişse, gerçekten de o halk, tıpkı o hükümdarın düşündüğü gibi şahsiyetsiz ve değersizdir. Çünkü halkın bu zillet içinde yürümesinin asıl nedeni, onların fasık kimseler olmalarıdır. Onlar adalet ve zulüm arasında bir fark da gözetmezler. Doğruluk ve şeref ile yalan ve zillet aynıdır onların nezdinde. Çünkü onlar, bu gibi değerlerin keyfiyetiyle ilgilenmeyip, kendi şahsi çıkarları için her zulme boyun eğerler, zorbalıktan korkarak batılı kabul ederler.’9

Musa peygamberin öğütle hakka tebliğine karşı çıkıp inkâr, isyan ve düşmanlıkta haddi aşan Firavun ve adamlarının helak edilme zamanı gelmişti. Musa ve O’na inananlar deniz yarılıp geçtikten sonra peşlerinden giden Firavun ve beraberindekileri deniz içine alıp boğdu ve böylece ondan sonrakiler için ibretlik oldular. And olsun, onlardan önce biz, Firavun’un kavmini de imtihan etmiştik. Onlara: Allah’ın kullarını bana verin. Çünkü ben size (gönderilmiş) güvenilir bir resulüm, diyen şerefli bir elçi gelmişti. Allah’a karşı ululuk taslamayın ‘Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum. Ben, beni taşlamanızdan dolayı, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığındım. Eğer bana inanmazsanız, benden uzaklaşın’. Bunun üzerine Musa ‘Bunlar suç işleyen bir toplumdur’ diye Rabbine dua etti. Allah ‘O halde kullarımı geceleyin yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz.’ buyurdu. Denizi sakin iken geride bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.” (Duhan Suresi / 17-24)

Bugün ne yazık ki yaşadığımız toplumun hali de içler acısı! Toplumda büyük bir yozlaşma, bir kokuşma, bir ahlaki çöküş almış başını gidiyor. Zina ve faiz yaygınlaşmış, tefeciler borçluların kanını emiyor, sermaye patronları asgari ücretle çalıştırdıkları işçilerin alın terini sömürüyor, malın sigortası olan zekâtı vermek kişilere ağır geliyor, gereken ilgi ve yardım gösterilmeyen fakir ve yoksullar çaresizliğe terk edilmiş, kumar illetine çocuklarının nafakasının verenler ve içkiyi aile saadetine tercih eden müptelalar hayli fazlalaşmış. Uyuşturucu belası gencecik yavruların hayatını karartmaya devam ediyor, din ve ahlaktan yoksun yetişen suça itilmiş çocuklar hırsızlığı meslek haline getirmişler.

Alışveriş vitrinlerinde boy gösteren genç kızlarımız tüm albenisiyle müşteriye pazarlanıyor, genç delikanlılar artık flört etme peşindeler, sorumluluk yüklenmek istemedikleri için sahte ilişkiler daha cazip geliyor, evliliğin gerçekten altından kalkılamayacak bir müessese olduğunu düşünüyorlar, alın teri dökmeden kazanmak isteyen insanların güya umuduna dönüşen şans oyunları devlet eliyle özendiriliyor. Aile kurumu büyük yara almış; evlatlar yaşlı babalarına bakma zahmetinden kurtulmak için babalarını huzurevlerine, bakım evlerine veriyor, çalışan anne ve babalar çocuklarını kreş veya bakıcıya teslim ediyor, bilmiyorlar ki herkes anne sevgisini ve şefkatini veremez; verse bile anneninkinin yerini tutamaz, tıpkı çocuğun bebekken herkesin sütünü kabul etmediği gibi. Ailenin ilgi sevgisinden mahrum kalmış bireyler ileriki yaşlarda bu eksikliği hisseder, bir tarafları hep yarım kalır adeta.

Bilelim ki, bu yozlaşmaya engel olmazsak tıpkı akıntıya karşı kürek sallar gibi buna tepkisiz ve sessiz kalırsak toplumda sadece kötüleri değil iyileri de içine alacak olan azaptan kurtulamayız. “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir. (Enfal Suresi / 25) Allah Teâlâ toplumdaki kötü gidişatı denetleme mekanizması olarak emri bilmaruf ve nehyi anil münker görevini üstlenmemizi yani iyiliği emredecek ve kötülükten sakındıracak, bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir.10 Âlimlere göre böyle bir görevi ifa etmek müslümanlar için farz-ı kifâyedir. Tabii ki, farz-ı kifaye yapılmadığı takdirde tüm müslümanlar ihmalden dolayı sorumlu olurlar.

Huzeyfe radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua edersiniz ama duanız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9) “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah dönüş yapsınlar diye işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor”. (Rum Suresi / 41) İyiler, kötülerin rezillik ve hayâsızlıklarına tahammül edip yapılanları sinelerine çekip bu alevi söndürmeye çalışmazlarsa Allah onlara dünyada yaptıklarının cezasının bir kısmını tattırır. Bu işlenenler deprem, yangın, sel, fırtına, kıtlık, kuraklık gibi tabii afetlerle Allah’ın azabını harekete geçirir.

 

Kaynaklar

1) İbn-i Manzur, Lisanû’I Arab, Beyrut: 1355 c. XI, Sh: 374 (“Hulûk” maddesi)

2) Fizilali’l Kur’an; İsra Suresi 16. Ayet, Seyyid Kutup, Birleşik Yayıncılık

3) Hicr Suresi / 61-75

4) Araf Suresi / 80-84

5) Araf Suresi/65-72

6) Araf Suresi/73-79

7) Fussilet Suresi /15-16

8) Hud Suresi /84-88

9) Tefhimü’l Kur’an; Zuhruf Suresi 54. Ayet, Ebu’l Ala Mevdudî, İnsan Yayınları

10) Âli İmrân Suresi /104

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.