“Müslümanlar ve İsrail”

Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile…
Kudüs sadece Filistin veya Arap meselesi değildir. O bütün Müslüman halkların sorunudur.(İslam Deklarasyonu)
İsrail belli bir açıdan siyaset tarihinde benzersiz bir vakıa olarak öne çıkar. Kurulduğu sırada bu devletin ne toprağı ne de nüfusu vardı. Topraklarını satın alma ve gasp yoluyla; nüfusunu da dünyanın dört bir yanından gerçekleştirilen göçlerle temin etti. Göç için gerekli kaynakların büyük bir kısmı, 20. yüzyılın başında kurulan ve tüm dünyadaki Yahudilerden bağış toplayan Yahudi Ulusal Fonu tarafından karşılanıyordu. Bu şekilde çoğunluğu Avrupalı Yahudi Aşkenazların oluşturduğu göç grubu, Fransa, Rusya ve Almanya’dan gelen iyi silahlanmış, eğitimli ve merhametsiz bu insanlar, önlerine çıkan Filistinli yerli toplulukları yerinden ederek yeni devlet için “yaşam alanı” oluşturmuşlardı. Adaletsizlik ve şiddetten doğan bu devletten ne beklenebilir? İsrail’in “ideolojisini” teşkil eden bazı şeyler, paradoksal halleriyle insanı dehşete düşürecek niteliktedir. İşte bunlardan sadece ikisi:
-Yahudilerin Avrupa’dan sürgün edilmelerine bir tepki olarak ortaya çıkan Siyonizm, içinde biriktirdiği tüm zehir, öfke ve intikamı Yahudilerin daima emniyet ve koruma altında yaşadıkları bölgede bulunan Arapların üstüne kusmuştur.
-Özgürlük, kardeşlik, meşruiyet ve liberalizm gibi sloganlarla yürütülen hareketlerin fikir babaları yahudilerdir. Bugünkü İsrail’de karşılaştığımız şeyler ise Sparta tarzı eğitim zaten. Bu eğitimi bayanların bile İsrail’de 18-21 yaş arası askerlik yapmalarının zorunlu olmasından anlarız. Fanatikleştirilmiş insan malzemesi ile askeri ihtiyaçlara göre şekillendirilmiş bir toplum. Makyavelist prensiplere dayalı bir devlet politikası ki -amaca ulaşmak için her yol mubahtır- Nietzsche’nin tanımladığı şekliyle güçlünün iktidarı ve gücün ahlakı diğer bir söylemle hukukun üstünlüğü değil üstünlüğün hukuku. Bu güç felsefesi hiçbir yerde, uluslararası hukuk prensiplerinin hiçe sayılması ve uluslararası toplum ve kurumlarının görmezden gelinmesinde olduğu kadar açık bir şekilde ortaya konulmamıştır.
Örneğin; Arap mültecilerin evlerine ve mülklerine dönmesi ve zararların tazmin edilmesine ilişkin 11 Aralık 1948 tarihinde oylanarak kabul edilen BM kararı… İsrail, bunun yerine Arap mültecilerin mülklerine el koydu, evlerini yıktı ve arazileri üzerine de Avrupa’dan gelen Yahudi göçmenler için illegal yerleşimler inşa etti. BM, 9 Aralık 1949’da Kudüs’ün uluslararası statü kazanmasına ilişkin bir kararı kabul etti. İsrail sadece bu kararı kabul etmemekle kalmayıp 1967 yazında Kudüs’ün tamamen ilhak edilmesine karar verdi. 1967 yılı Temmuz ayında BM, İsrail’i işgal ettiği Arap topraklarından çekilmeye davet etti; fakat İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban bir tartışma sırasında “BM Genel Kurulu’nda böylesi bir karar 121’e karşı 1 oyla bile geçilmiş olsa, İsrail ateşkes çizgisine geri dönmeyecektir.” diyerek çağrıyı reddetti. İşte hukuk, adalet, namus bilmeyen bir hastalık yuvası.
İsrail’in ruhani babası Theodor Herzl, Yahudi Devleti kitabında ve vizyoner romanlarında şaşırtıcı bir şekilde daha 70 yıl öncesinden Yahudilerin göçü, İsrail’in kuruluşu, bilimsel temeller üstüne modern tarım ve sanayi oluşturulması, toplumun örgütlenmesi ve daha çok konuyu öngörmüştü. Ama tek şeyi unutmuştu; “Filistin halkının yerli direnişi” zira bu direniş, sadece Herzl’ın devletinin gerçek karakterini değil, aynı zamanda bu devletin nihai karakterini de belirleyici rol oynamıştır. Nuri Pakdil’in de ifade ettiği gibi “Direniş, varoluşun deneyidir.”
Ya Kudüs? Herkese eşit derecede açık, özgür bir Kudüs’ü kim garanti edebilir? Teoride ve pratikte bunu yapabilecek olan sadece Müslümanlardır. Çünkü onların peygamberleri bizim peygamberimiz ama bizim baş tacımız Nebiler Sultanı ve kitabımız onlara göre ilahi bir kitap ve peygamber değil. Araplarla yaşadığı bu çatışmalarda İsrail’in diasporanın yani dünyadaki tüm Yahudilerin olağanüstü destek ve gösterdikleri dayanışmadan geliyor. Aksine bizlerin zayıflığı ise bölünmüşlüğümüz, yetersiz destek ve bazı hususlarda bariz şekilde anlamayışımızın sonucu. Burada söz konusu olan şey, birlik ile parçalanmışlığımızın karşı karşıya gelmesi. Agresif bir pan-semitizme, en azından pan-islamizimle karşı koymamızdan daha tabii ne olabilir.
Dünyadaki tüm yahudiler adil olmayan ve mütearız bir savaşı desteklemek üzere birleşebiliyorsa; bundan önce Müslümanların adil bir barışı garanti altına alabilmek gayesiyle haklı bir müdafaa için bir araya gelme hakları vardır. Şunu da unutmayalım; İsrail’in kurulma fikrinin İslam’ın siyasi gücünün sıfıra eşit olduğu bir dönemde ortaya çıkması tesadüf değildir. 19.yy’ın sonu ile 20.yy’ın başında İslam dünyasında hüküm süren durum söz konusu olmasaydı ne ingilizlerin ne de yahudilerin aklına bizim canlı bedenimizin üstünde bir yahudi devleti kurma fikri düşmezdi. Kendi acziyetimizle onları kötü yola sevk ettik; onların içlerindeki maceraperest ve megalomanlara (kendini büyük gören) şans verdik. Bizler kuzu olduğumuz için onlar kurda dönüştü.
Ve Mücahid lider Aliya şöyle dua etti: “Allah’ım! Müslüman halklara ve tüm dünyaya iman nasip eyle!” (Ağustos 1970) Sezai Karakoç’un dediği gibi: “Yahudi, kadri bilinmeyen bir nimetin çarptığı bir ırktır. Yahudi, bütün inancını kaybetmiş bir eski zaman kalıntısıdır. Peygamberlerin önünde utanmayıp sözlerini yükselttiklerinden bu yana, her şeye sahip olsalar da bu tarihi ukde yüzünden mutsuzdurlar. Utançsız adam mutsuzdur.” (Kıyamet Aşısı, Diriliş Yayınları)
“Asla kuşkunuz olmasın ki, güçlüklere göğüs gerenlerin ecirlerini, yapmış olduklarının daha da güzeliyle vereceğiz.”(Nahl, 96) Her şeyin en doğrusunu Allah ve Resulü bilir. Vesselam.