KUR’AN İKLİMİ – Müslümanlar Kardeştir

“De ki: Allah’ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim Mevlamızdır, inananlar Allah’a güvensin.” (Tevbe, 51)
İman ve inkâr mücadelesi tarih sürecince var olagelmiştir. Ancak müminlerin hakkı ikame etmek yolundaki gayretlerinde karşılaştıkları en büyük problem zannedildiği gibi inkârcı kâfirler değil bilakis kendi içlerindeki ikiyüzlü münafıklardır. Bunların gönül yüzlerinin biri Allah’ı ve tüm mukaddesatı inkâr, peygamber aleyhisselam ve getirdiklerine iman etmiş müminlere düşmanlıkta sabitken; diğer yüzleri menfaatleri ve stratejik konjonktürleri gereği müminlere dönüktür ve bu yönelişleri asla îmani bir yöneliş değildir.
“Sana bir iyilik gelse, bu onları üzer. Fakat sana bir musibet dokunsa: “İyi ki biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler.” (Tevbe, 50) ayet-i kerimesi ile bunların imana ve müminlere yönelik kadim tavırlarının en veciz tanımı yapılmıştır. Bu ayet-i kerimelerin gönderiliş nedeni olarak Peygamberimizin komuta ettiği ve Bizans’a karşı yapılan Tebük seferi esnasındaki bazı olaylar gösterilir.
Bilindiği üzere; Hicrî 9. yılda, Bizans ordusu Muhammed aleyhisselam ve etrafındaki müminleri yok etmenin tam zamanı olduğuna inanarak ve Medine’ye saldırmak üzere Şam’da 40.000 kişilik bir yığınak yaptı. Rasulullah aleyhisselam’a haber ulaşınca O da karşı koymak üzere hazırlıklara başladı. Kadın-erkek, zengin-fakir, herkesi imkânları nispetinde katkıya çağırdı. Hava çok sıcaktı, kuraklık, kıtlık, uzak mesafe ve güçlü bir düşman vardı.
Tebük Seferi’ne çıkan orduya “Güçlük Ordusu” adı verilmiştir. Peygamber aleyhisselam Efendimiz; “Güçlük ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır.” buyurmuştur. Hz. Osman radıyallahu anh bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına katkıda bulunmuştu. Hz. Peygamber aleyhisselam, mübarek elinde dinarları bir yandan bir yana aktarırken “Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis yok.” buyurdu. Ensar’dan bir zat da yedi yüz kile buğday verdi. Efendimiz aleyhisselam’ın, düzenli ve her çeşit savaş riskini göze alarak Tebük’e kadar gelmesi güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirdi. Düşman askerlerinin kalbine korku düşürdü. Hicaz’a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları Müslümanlarla savaşmayı göze alamadılar.
Müslümanlar, canlarıyla başlarıyla bu sefere katkıda bulunmaya çalışırken münafıklar ise, “Muhammed, Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum.” gibi laflar diyerek Müslümanların moralini bozmaya çalışıyorlardı. Kimisi ganimet için orduya katılıyor kimisi izin istiyordu. Ama bozgunculuk yapmaktan da asla geri durmuyorlardı.
Bugün İslam âlemine ve oralardaki asayişe baktığımızda gerçek müminlerle münafıkların durumlarının çok farklı olmadığını görüyoruz. Dinini, milletini, vatanını, özgürlüğünü, temel hak ve hürriyetlerini korumak için çağdaş sömürgecilerin karşısına dikilenleri medya gücü ile vuruyorlar. Kendi içlerinden olan İslam düşmanı ve düşman iş birlikçileri ile vuruyorlar, içeride savaş çıkartıyorlar. İslam topraklarını Müslüman mezbaha hanesine çeviriyorlar, ırzlarını ve namuslarını kirletiyorlar. Onlara yardım edenleri sevmiyorlar, tıpkı Münafikûn suresi 7. ayetteki gibiler;
“Onlar, Allah Resulü’nün yanında bulunanlara (muhacirlere) bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler, diyenlerdir. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar anlamazlar.”
Bunlar; İslam düşmanlarının dediklerine razı oluyorlar, kendi aralarında anlaşamazlar. Müslümanlara bir iyilik, güzellik, başarı veya zafer geldiği zaman buna çok üzülürler. Onlara bir musibet, ölüm, sıkıntı, darlık, hastalık dokunduğu zaman da çok sevinirler. “İyi ki biz önceden tedbirimizi alıp, kendimizi zarardan korumuşuz diye keyiflenirler.” Bu ise imanın değil küfrün, dostluğun değil düşmanlığın açık bir alâmetidir. Müslümanlar ise -hayır veya şer- başlarına gelen her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğuna inanırlar; iyiliklere şükreder, sıkıntılara sabreder ve vazifelerini yerine getirmeye çalışıp her durumda yalnız Allah’a güvenip dayanırlar.
“De ki: Allah’ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim mevlamızdır, inananlar Allah’a güvensin.” (Tevbe, 51)