BİR NEFES

Zihni karmaşık düşüncelerle doluydu. Kendisine verdiği sözü tutamamış, binlerce düşünceyi zihnine davet etmişti. Bir yandan zihnindeki misafirlerle uğraşıyor diğer yandan cama değen yağmur damlalarını izliyordu. Damlalar dağıldığı vakit, buğulu camın ardındaki evlerin ışıklarına uzandı bakışları. Işık varsa hayat vardır; bir nefes, bir ses vardır, diye düşündü. Yeter ki “bir nefesi” olsun insanın, gerisi hallolurdu. Para derdi, aş derdi, gönül derdi… Hepsi çözülürdü. Ammâ ki bir nefes olsun! Şehir bitti, ışıklar gözden kayboldu. Yol karardıkça zaman geçmez oldu, uzadı uzadı. Düşünceler çoğaldı, gecenin karanlığına karıştı.
Yolculukları sevmezdi. Ama nasibine yollar yazılmıştı bir kere, sevmese de kabullenecekti. Eğdi başını, yollara yarenlik etti. Yarenlik güzel şeydi ancak yol yarenlikten ne anlardı… İçini sıkar, zihnini doldurur, sessizliğiyle yorardı. Bazen yeni insanlarla tanışırdı da bir sohbet başlatırdı. Sohbet koyulaştıkça yol azalır, konuştukça zihnindeki kalabalık dağılırdı. Hoş bir kelam kısa süreliğine de olsa üzerindeki yükü hafifletirdi. Bugünse kimseyle tanışmamıştı. Zaten bu seferki yol da diğerlerinden farklıydı. Bu kez hiçbir insan kelamının, yükünü hafifletemeyeceği belliydi.
Yaşı genç sayılırdı ama kendisini çocukluğundaki gibi dirençli hissetmiyor, her şeyi unutup oyuna devam edemiyordu. Hatta bazı oyunlar daha başlamadan bitiyordu. Bitmeseydi… Hayır bitmişti. O gitmişti ve oyun bitmişti. Bir mayıs akşamı kimseye demeden gidivermişti. Aradan aylar geçmesine rağmen kalbi bu gidişi unutamıyordu. Ne bu ayrılığa dayanabiliyor ne de yanına gitmeye güç yetirebiliyordu. Son günlerde içini tuhaf bir duygu kaplamış; yaptığı işi unutur, konuştuğu insanları duymaz olmuştu. Bu duygu dayanılmaz bir hal almaya başlayınca nereden geldiği meçhul bir cesaretle gitmeye karar vermişti. Varsın gücü yetmesindi. Artık ona gitmeliydi. Oysa gidince ne yapacaktı onu bile bilmiyordu. Susup oturacaktı, belki hiç konuşmayacaktı. Zaten iyi konuşmayı da beceremezdi. Hele heyecanlanınca bildiği bütün kelimeleri unutur, kendi sesine yabancılaşırdı. Söylemesi gereken şeyler içine hapsolur, çıkamazdı.
Gün ışığı, yorgun yüzünü aydınlatmış, uykulu gözleri saatine ilişmişti. Vakit yakındı. Sona doğru yaklaşıyor olmanın verdiği tedirginlik hissi ruhunu sarmıştı. Duyguları gitgide ağırlaşmaya başladı. Onu görmeye gidecekti ya; kalbi, aklı ne yapacağını şaşırmış haldeydi. Derin bir nefes aldı. Zihnindeki misafirleri uğurladı. Yanındakinden izin isteyip çantasına uzandı. Otobüs hareme giriş yapmıştı. Artık yolcularını Üsküdar’a teslim etmeye hazırdı. Her birinin yükü ağır, beli bükük… Bir otobüs bunca yükü nasıl taşıyabilir? Peki ya bir şehir bu kadar insanı? Aklındaki soruları çantasına koyup otobüsten indi. Bu şehri seviyordu. Kim ne derse desin seviyordu. Bir taksi durdurdu. Araca bindi. “Karacaahmet Mezarlığı’na abi.” diyebildi. Boğazı düğümlendi. Mezar kelimesini telaffuz etmek içini burkmuştu. Onu görmek, o halde… Zordu. Ama gitmeliydi. O gitmişti ve oyun bitmişti. Bir mayıs akşamı Karacaahmet içine alıvermişti onu. Bir gün kendisini de alacaktı, biliyordu. Gözlerinde biriken yaşlara engel olamadı. Taksiden indi, ona doğru yürüdü. Olduğu yere çöktü. Artık zihninden düşünceler akmaz oldu. Bir garip, bir mezar başında, elinde bir fotoğraf… Fotoğrafı bıraktı. Gidiyor. Herkes gibi.