Zeki Soyak Hocamız Hakkında İsmail Varır ile Röportaj

Zeki Soyak Hocamız Hakkında İsmail Varır ile Röportaj

İsmail Varır, İlkadım dergisinin “en emektar” isimlerinden, derginin mutfağına uzak düşen okuyucu için “isimsiz kahramanlardan” biri diyebiliriz. Zeki Soyak hocamızın vefatının sene-i devriyesi olan Mayıs ayından İsmail Varır’la Zeki Soyak’a ait hatıraları ve muhabbeti üzerinden hoşça bir hasbihal ettik. Nasıl tanıştılar, neler yaşadılar, İlkadım ekibine nasıl dâhil oldu, Zeki Soyak’la özel-genel neler konuştular, hoca-talebe ilişkileri nasıldı, mezuniyetten sonra nasıl devam etti, 28 Şubat sürecinde yaşadıkları vb. gibi bahisleri okuyacağınız birkaç sayfalık röportajı bir çırpıda bitireceğiniz kanaatindeyiz.

 

Özgeçmişinizi kısaca anlatır mısınız?

07.09.1964 yılı Nevşehir doğumluyum. İlkokulu Gazi İlkokulunda, ortaokul ve liseyi Nevşehir İmam Hatip Lisesinde okudum. 1975’te İmam Hatip’e başladım. Bir yıl sınıfta kaldım. Okul bittikten 15-20 gün sonra 18 yaşında iken evlendim. Askere gittim. Okul bitmeye yakın babam rahatsızlanmıştı. Asker dönüşü atölyemizin başına geçtim.

 

Ne atölyeniz vardı?

Oduncuyduk. Hatta o gün bugündür, arkadaş ortamında bir şey konuşulduğu zaman “Ben oduncuyum, aklım ermez.” diyerek latife ederim. 17 yıl odunculuktan sonra bilemecilik yapmaya başladık. O günden bu güne sanayide çalışmaya devam ediyoruz.

 

Sizin, hayatınıza yön veren Rahmetli Zeki Soyak Hocaefendi ile tanışmanız nasıl oldu?

İlkokulu bitirince dedem beni “Kurân’ını bellesin” diye İmam Hatip’e yazdırmıştı. Okulun ilk iki günü okul elbisem henüz alınmadığı için okula gitmemiştim. İmam Hatip son sınıfta Tayyar Kütük diye bir abim vardı. Okulların başladığı 2. gün beni Milli Türk Talebe Birliğine götürmüştü. O zamanlar yaşı küçük olanlar MTTB’ye, büyükler de Akıncılar Derneğine gidiyordu. Tayyar Abi bana “Sen burada otur, ben Akıncılar’a gidiyorum. Çıkışta seni buradan alırım.” dedi. Ben de otururken kitaplıkta Fethi Yelken’in “Davet Yolunda Dökülenler” isimli kitabını alıp okumaya başladım.

Ben kitabı okurken bir tane amca geldi. Meğer o Zeki Soyak Hocam imiş. Selamlaştıktan sonra okuduğum kitaba bakıp “Maşallah, ne güzel!” dedi. Sonra nereli olduğumu, nerede oturduğumu sordu. Söyleyince “Ooo, seninle aynı mahallede oturuyormuşuz. Mücahit ile Nurettin var ya, mahallede oyun oynamışsınızdır, ben onların babaları olurum.” dedi. Hangi okula gittiğimi sordu. “İmam Hatip” deyince “Ben o okulun müdürü olurum. Dün sen beni görmedin mi? Konuşma yapmıştım.” dedi. Okulumun müdürü olduğunu duyunca ben ne yapacağımı şaşırdım. Kâh amca diyorum, kâh öğretmenim diyorum, kâh hocam diyorum.

İki gündür okula gelmediğimi söyleyince “Biz, bundan sonra seninle arkadaş olduk. Okulda müdür yazısı olur, oranın kapısı açık olur, bundan sonra devamlı geleceksin, biz bundan sonra seninle arkadaşız. Mutlaka bekliyorum.” dedi. Ertesi gün ben okula gidince müdür odasının oradan süratlice geçtim. Hızla geçerken baktım ki hocam oturuyor. Geri dönerken beni görsün diye yavaş yavaş geçerken hocam “İsmail!” diye bağırdı. “Oooo, buyur, buyur” diye yüksek sesle beni karşılayınca odada bulunan diğer öğretmenler Bekir Balaban, Gürbüz Güneş, İbrahim Gürbüz, müdür muavinleri falan hocamın misafiri geldiğini zannetmişler. Ben içeri girince bakmışlar ki küçük bir çocuk. Onlar da şaşırdı.

Hocam beni oturttu. Diğer hocalara “Bu İsmail benim arkadaşım olur, ortaokula yeni başladı.” dedi. Sonra nöbetçi öğrenciyi çağırdı, bana bir çay söyledi. Tabi bu arada öğretmenler de müsaade alarak derslerine gittiler. Hocam bana “Bundan sonra okulda sana ne oldu, beni bulacaksın, ben senin velinim, her şeyinle ben ilgileneceğim” dedi. “Tamam hocam.” dedikten sonra ben sınıfıma gittim. O gün bu gündür hiç unutamadığım ve Zeki Hocama muhabbetle bağlanmama vesile olan olay budur.

Zeki Soyak Hocam, İmam Hatip’te iken derslerinize de girmiş miydi?

Evet, İngilizce dersimize girmişti. Lise 1’e kadar benim en nefret ettiğim ders İngilizce idi. “İngilizce benim neyime lazım olacak, siz kendiniz okuyun.” der, derse kulak vermezdim. Ama Zeki Hocam, İslam’a davet etmek için İngilizce veya diğer dilleri öğrenmek gerektiğini, kendi dinini ve dilini de kişinin iyi öğrenmesi gerektiğini anlatır; yabancılarla doğru iletişim kurabilmek ve onların teknolojik gelişimini alabilmek gibi faydaları olduğu için dil öğrenmenin önemini vurgulardı.

Zeki Hocamla birlikte İmam Hatip’te pek çok hocadan etkilendik. Allah rahmet eylesin İlhami Nalçacıoğlu Hocam da bizi çok etkileyen hocalardan biriydi. Böyle değerli hocalarla tanıştıktan sonra sanayiye döneceğimi hiç tahmin etmezdim. Hocalarımız bizi öyle etkilerlerdi ki bazen şaşkınlıktan donar kalırdık.

Mesela bir anımı daha anlatayım. Ben sanayici çocuğu olduğum için cebimde param çok olurdu. Hafta sonu sanayide çalışınca o zaman için bir hayli para kazanırdım. Okulun kantininde arkadaşlarla birlikte bol bol çay içerdik. Zeki Hocam, bir gün beni çağırdı: “İsmail evladım, bakıyorum kantinde çay içmeyi çok seviyorsun. Maşallah hiç yalnız içmiyorsun. Ama dikkat ediyorum sana yaklaşan arkadaşlarınla çay içiyorsun. Biraz da sınıfınızdaki garibanları takip etsen.” dedi.

Sınıfımızda 14-15 tane çok gariban arkadaş vardı. Onların biraz ürkek, çekingen bir hâli vardı. Hocam onların hepsini de iyi biliyordu. Biz de şen şakrak olan, aktif olan, hep beraber top oynadığımız, beraber gezdiğimiz arkadaşları seçip onlarla gezer, onlarla çay içerdik. Hocam böyle deyince çok etkilendim. Gariban arkadaşlarımıza da sahip çıkmaya başladık. O gündür bugündür hiçbir şeyi yalnız yiyip yalnız içemem.

Diğer hocalarımız da bizi paylaşmaya sürekli teşvik ederdi. Mesela Kuran-ı Kerim dersimize giren Abdulkadir Ceylan hocamız pansiyonda sıkça nöbetçi kalırdı. O zamanlar pansiyonda yemek düzenli olmazdı. Ben haftada 2-3 gün yemek, üzüm, pekmez vs. alır, mütalaa (etüt) vakti gider onları dağıtırdım. Abdulkadir Hocam her seferinde “Aferin, bu yaptığın hayırlar, aldığın dualar senin korunmana vesile olur, Allah katında bunların karşılığını bulursun.” gibi sözlerle bizi teşvik ederlerdi.

Yine hocalarımız talebenin durumuna göre onları hizmete yönlendirirlerdi. Mesela biz lisede iken İmam Hatip’in orta kısmında okuyup sohbet için camiye giden çocukların başında nöbetçi dururduk. Bizim yapımız biraz cevval olduğu için hocalarımız, o zamanki kimi grupların ortaokuldaki çocukları sıkıştırıp dövmelerini engellemek için bize görev verirlerdi. Hocalarımız bize birbirimize sahip çıkma, imkanlarımızı birbirimizle paylaşma duygularını çok iyi verirlerdi.

Mesela Beden eğitimi dersi için benim malzemelerim tam olurdu; benim eşofman takımımla beş altı arkadaş beden eğitimi dersinden not alırdı. Hocalarımız cenaze yıkamadan tutun cuma hutbesi vermeye kadar dersleri bize uygulamalı olarak öğretirlerdi. Bir de hocalarımız öğrencilerin anne babasını kesinlikle tanırlardı.

 

Bir de sizin dönemdeki hocaların fedakarlıklarından çok bahsedilmekte. Mesela pansiyonda yatılı kalan hocalardan bazılarının gece yarısı dolaşıp üstleri açılan öğrencilerin yorganlarını örttüklerini duymuştuk. Sizin bu hususta aktaracağınız anılarınız var mı?

Ben yatılı değildim ama duyduğum bir olayı aktarayım. Çocuğun birisi geceleyin yatağına kaçırmış. O gün de rahmetli Zeki Soyak hocam nöbetçiymiş. Hocam koğuşa gelmeden çocuk tuvalete kaçmış. Hocam koğuşu gezerken bir bakmış ki yatak ıslak. Çocuk gelmeden hemen aşağıdan çarşaf getirip değiştirmiş. Çocuk neden sonra gelip baksa ki yatağında ıslaklık yok. Zeki Hocam “Bu yatak kimin?” diye bile sormadan, hiç şikayet etmeden ve söylenmeden yatağı yorganı değiştiriyor. Bu sebeple bazı hocalarımız bizde anne baba kadar belki daha ileri derecede etki bıraktı.

 

İmam Hatip’ten sonra da Zeki Hocamla bağlantınız devam etti, değil mi?

Evet. Okuldan sonra sanayiye geldik. O zamanlar sanayi ortamı çok bozuktu. Herkesin ağzında küfür çok fazla idi. Ama bir hoca talebeyi bırakmadı mı, çok güzel bir şekilde takip etmeye devam etti mi o zaman Allah’ın izniyle ne kadar bozuk ortamda olursa olsun o ortama karışmıyor. Elhamdülillah biz de o bozuk ortama karışmadık.

 

Sanayide çalışma hayatınızda ne gibi anılarınız oldu?

Sanayi ortamı çok bozuk olduğu için bir İmam Hatipli olarak ne yapabilirim diye düşündüm. Üç beş çocuğa namaz surelerini, ilmihalini belleteyim, dedim. Biz başladık. Sabahları sure ezberletiyoruz, ikindiden sonra da ilmihal öğretiyoruz. Hasan Çiçekli adında Tatlarinli bir çocuk vardı, biz derslere başlayınca “İsmail Abi bana da bellet.” diye geldi. Tamam dedik, derslere başladık. Uğraşıyoruz uğraşıyoruz yok, çocuk bir türlü öğrenemiyor. 6 hafta boyunca her gün uğraştım ama bir türlü Subhaneke duasını öğretemedim. Baktım öğrenemiyor ben de çocuğa sadece ilmihal dersine gelmesini söyledim.

O sırada Zeki Hocamla bir görüşmemde hocama bu çocuğun durumunu da söyledim. Hocam “İsmail Efendi, çocuk derslere her gün isteyerek geliyor mu?” diye sordu. “Evet hocam, çocuk her gün geliyor, istekli.” dedim. Zeki Hocam “Onun zihni açılır, sen bırakma, çocukla ilgilenmeye devam et. Sesli sesli her gün beraberce okumaya devam edin. İlmihal dersini de uygulamalı olarak göster. Abdesti mi öğreteceksin, anlatma, uygulamalı olarak göster. Abdestin farzlarını, sünnetlerini, edeplerini çeşmenin başında göster.” dedi. Gerçekten hocamın dediği gibi çocuğun zihni açıldı. Namaz surelerinin hepsini belledi. İlmihalini de güzelce öğrendi.

Sonra çocuğun babasının, kardeşleriyle arası açıldı ve bunlar çalışmak için İstanbul’a gittiler. İstanbul’da babası hurdacılık yaparken çocuk da bir çorap fabrikasına işçi olarak girdi. Fabrikanın sahibi bu çocuğu çok beğeniyor, takdir ediyormuş. Hasan işini çok düzgün yapıyor, hiçbir ipliği araya vermiyor. Diğer işçilerin makineleri sık sık arızalanırken bu çocuk bakımını düzenli yaptığı için makinesi arıza vermiyor vs. Diğer taraftan terbiyesini, dindarlığını da gözlemliyor. Sonunda fabrikanın sahibi çocuğa kızıyla evlenmesini teklif edip kendisine damat yapmış. Şimdi fabrikatör damadı olarak maddi açıdan da zengin vaziyette. Zaman zaman Nevşehir’e geldikçe ziyaretime gelir. Beni köye davet eder, görüşmeye devam ediyoruz.

1987 yılında, askerden geldikten sonraki bir hatıramı daha anlatayım. Dükkanımızın çapraz karşısında Rahmetli Hüseyin Yücebaş abilerin dükkânı vardı. Biz oğlu Ahmet Yücebaş’ı tanıyoruz ama babasının kim olduğunu bilmiyoruz. Hüseyin Amca benim dikkatimi çekti. O gelirken, oradaki ben emsal dükkan komşuları “Aman Hacı Amca geliyor.” diyerek toplanıyorlar. Halbuki aynı kişiler onun yaşındaki başka adamlar geçerken laf atarlar, yerine göre dalga geçerler ama o gelirken toparlanıp saygılı davranıyorlar. Fırına gidiyorum fırıncı hürmet ediyor, bakkala varıyorum bakkal ona hürmet ediyor.

Rahmetli Zeki Hocamla görüşmemizde ona sordum. “Hocam, sanayide bir adam benim dikkatimi çekiyor. O gelirken herkes derleniyor, toplanıyor, saygılı davranıyor. Bakkalda denk gelsem öyle, fırında öyle, kasapta öyle…” Zeki Hocam kim olduğunu sorunca bizim dükkan komşumuz Ahmet Yücebaş’ın babası, Hüseyin Yücebaş olduğunu söyledim. Bunun üzerine Zeki Hocam gülümsedi ve “Bak İsmail Efendi, Allah bir kişiyi severse diğer kullarına da sevdirir. Başkasına saygısı olmayan gençler bile ona işte böyle davranır. Sana tavsiyem onunla teşrik-i mesaiyi fazlalaştır, sık sık ziyaretine gidip ondan istifade etmeye çalış.” dedi. Dükkana gelince çay demleyip yanına vardım. Kendimi tanıtıp Zeki Hocam’ın kendisiyle sık görüşmemi tavsiye ettiğini söyledim. Ondan sonra sık sık görüşmeye, sohbetinden istifade etmeye başladık.

 

Hüseyin Yücebaş Abi’den başka sizi manevi olarak etkileyen biri oldu mu?

Gazhane caddesindeki pasajın içinde Taşkınlar Giyim mağazası var. Ahmet Taşkın’ın dükkanı. Bir defasında oraya şen şakrak bir halde “Selamun Aleyküm la, nörüyonuz uşaklar?” diye girdim. Kapının sağ yanında ihtiyar bir amca oturuyordu. Bana “Aleykümselam ağa, gel bakalım şuraya.” dedi. Ben “Buyur amca?” dedim. O da bana “Sen niye bugün sabah namazına kalkmadın la?” dedi. Ben dondum kaldım. Sonra sıralamaya başladı: Şunu yapıyon, bunu yapıyon, şunu yapman lazımken yapmıyon, dedi. Adamın dediklerinin hepsi de doğru. O arada benim betim benzim kağıt gibi olmuş. Dükkanda birçok insan var, adam benim tüm kusurları sayıyor. Sonra bana “Hocan kuvvetli olduğu için hocana mı güveniyon lan? Sağlam hocayı buldum diye mi tembellik ediyon? Bana bak bana, seni hocan da kurtaramaz oğlum.” dedi.

O sırada ezan okunmaya başlayınca “Neyse ezan okundu, yoksa sana epey bir şeyler daha sayacaktım ya gidiyorum.” deyip camiye gitti. Adam çıkınca Ahmet Taşkın’a “Bu adam kim?” diye sordum. O da  “İsmail Abi, buna Sarı Dede derler. Babamın ahbabı olur. Gezici meczup dervişlerden. Akşam da bizde misafir. Sen de buyur, gel.” dedi. “Git la ben gelip neyip itmem.” dedim. Sonra Vakıf’a geçtim. Rahmetli Hocam betimin benzimin solgunluğundan bana “Hayırdır İsmail, rengin kağıt gibi, hasta mısın?” diye sordu. Ben de “Valla Hocam bir adamla karşılaştım Sarı Dede miymiş ne bekmezmiş? Adam benim yaptığım-yapmadığım her şeyi sayıp döktü. Ne diyeceğimi şaşırdım. Elim ayağım kesildi. Şaşırdım, kaldım.” dedim. Hocam “Akşam beni de davet ettiler, beraber gidelim. ” dedi. Ben de “Aman hocam, gözünü sevim beni götürme oraya. Adamın karşısına bir daha nasıl çıkayım.” dedim.

 

İsmail Varır denilince herkesin aklına İlkadım dergisi gelmekte. Biraz da yayıncılık hayatınızdan bahsetseniz.

1992 yılında İlkadım 15 gün arayla çıkan bir gazete idi. İlk 6 ayında başka bir esnafın adına çıkmaktaydı. Daha sonra Rahmetli Zeki Soyak Hocam yaptıkları istişareler sonucu bunu değiştirmeye karar vermişler. Rahmetli hocam bizim atölyeye geldi. Bana dergiciliğin ne olduğunu, bütün risklerini derinliğine anlattı. Hatta bu iş sebebiyle hapis yatma ihtimalinin bile olduğunu söyledi. Sonra bu işte yer alıp almayacağımı sordu. Ben de “Hocam, siz olduktan sonra ben her şeysinde varım.” dedim. Böylece İlkadım gazetesi bizim adımızla çıkmaya başladı.

Hatta o zamanlar Nevşehir Hastanesinin müdürü benim amcamın oğlu idi. Gazetede onun aleyhinde bir yazı yayımlandı. Amcamın oğlu bizim gazetede çıkan yazı sonucunda soruşturma geçirdi ve görevden alındı. Amcamlar gelip bana tepki gösterince ben de dedim ki “Bu haber yalan haber mi? Yalan haberse ben orayı bırakayım. Ama bu haber doğruysa babam da yapsa ben bu yazıyı yazdırtırım.” dedim. Benim bu sağlam duruşumdan Zeki Hocam da çok memnun oldu. Gazetemizdeki yazıların etkisini gördükçe hepimiz bu işe daha sıkı sarılmaya başlamıştık.

Gazete deyip geçmeyin. Bir haber çıkıyor, Nevşehir’i sallıyor. Mesela Uçhisar’da kilise açılacak denmişti, bunu haber yapınca açamamışlardı. Dergiciliğe başladıktan sonra Zeki Hocam bizimle daha yakından ilgilenmeye başladı. Benim ticaretimi, aile hayatımı ve İslamî çalışmalarımı teker teker kontrol etmeye başladı. Daha öncesinde o kadar sık dükkana gelip gitmezdi. Zeki Hocam, İslamî çalışma yapan bir insanın en ufak bir açık vermemesi için, ticarette hata yapmamamız için bizi sürekli uyardı, bize yol gösterdi.

Mesela aile hayatımdan örnek vereyim. Biz babaerkil ailede yetişmiştik. Hanımımıza davranışımız İslamî değildi. O zamanki anlayışa göre daha sert idik. Mesela dükkan açacak zaman biz hanımın bütün altınını, bileziğini almıştık. Bir gün hocam hanımdan altının İslam’a göre nasıl alınabileceğini anlattı. Ben de “Hocam, biz öyle yapmadık. Hanıma, vir lan altını bileziği, biz dükkan açıyok, deyip altınlarını aldık.” dedim. Hocam ne kadar altınını aldığımızı sordu. Takribi olarak söyleyince ne yapmam gerektiğini bana anlattı. Eve vardım, gece saat 23:30. Hanımı kaldırdım, namaz abdesti aldırdım. Ben de abdest aldım. Oturduk. “Hanım, ben senin altını haksız yere almışım. İstiyorsan altınını sana iade edeceğim. Eğer dükkana ortak olmak istersen dükkana ortak da olabilirsin. Bir de eğer istersen hibe de edebilirmişsin. Bunlardan hangisini istersen o şekilde yapabilirsin.” dedim. Bizim hanım şaşırdı. “Allah Allah!” dedi. Sağ olsun o bize hibe etme yolunu tercih etti.

 

İlkadım gazetesi hangi tarihte İlkadım Dergisi olarak çıkmaya başladı?

1996 yılının Şubat ayında ilk sayımız “Şehadet” başlığı ile çıkmıştı. Bütün sorumluluk bende olmasına rağmen ben derginin hiçbir işine karışmıyordum. Fakat abone işlerinde bazı aksaklıklar tespit edilince 1999 yılından itibaren Zeki Hocam, abone işlerinin takibini ve derginin dağıtım işlerini bana verdi. Derginin abone sayısını nasıl fazlalaştırabiliriz diye düşünmeye başladık. Hocama “Hocam, 200-250 sayfalık bir kitap yazsanız da dergi ile birlikte hediye etsek.” dedim. Hocam İslam Ahkamı kitabını yazmaya başladı. Sonra hocam “İsmail Efendi, sayfa sayısı biraz fazla olsa olur mu?” diye bize sorunca “Tabi hocam, olur.” dedim. Bir müddet sonra hocam tekrar “İsmail Efendi, sayfa sayısı çok fazla oluyor, sıkıntı olur mu?” diye sorunca ben de “Hocam, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bir cilt olacağına iki cilt olur, iki cilt olacağına üç cilt olur. Siz ne kadar yazacaksanız yazmaya devam edin.” dedim. Zeki hocam bu sözüme çok sevindi, dua etti. 2000 yılında İslam Ahkamını çıkardık elhamdülillah.

Kitap çıkmadan önce dergide bir hizmet ekibi kuruldu. Kitabın baskı parasını bu hizmet ekibi kendi cebinden karşıladı. Para toparlandı fakat bu arada dergi baskılarının ödeme günü geldi. Kitap için toparladığımız parayı dergi ödemesine verdik. Bu arada kitabın ödeme günü de geldi. Hiç unutmuyorum 3444 lira para ödeyeceğiz, sadece 500 lira paramız var. Ben saat 11:00 gibi Zeki Hocamın yanına geldim ve “Hocam, bilginiz olsun, kitabın ödeme günü geldi, elimizde sadece 500 lira para var. Ben bir yerden emanet para bulacağım.” dedim. Hocam “Ne zamana kadar ödememiz lazım?” diye sordu. Ben de “Bugün saat 15:30’a kadar ödememiz lazım.” dedim. Hocam “Kimden para alacağını tespit et fakat 14:45’e kadar kimseden para alma, o vakte kadar para gelmezse o zaman alırsın.” dedi.

Ben de şimdi Kırçiçeği Aile Derneği merkezi olan binadan gitmek üzere aşağı indim, bu arada dört tane adam geldi. Selamlaştıktan sonra Zeki Soyak Hoca’yı arıyoruz, dediler. Ben sizi götüreyim, deyip adamları yukarı çıkardım. “Hocam, Adıyaman’dan misafirleriniz gelmiş.” diyerek adamları hocamın odasına girdirdim. Hocam mahcup olmasın diye hemen meyve suyu alıp geldim. Misafirlere meyve suyu ikram ettikten sonra hocam “40 Hadis” kitabından hediye etmemizi istedi. Onu da getirdikten sonra ben müsaade alıp çıktım. Ben dışarıda mobiletimi çalıştırmaya uğraşırken hocam pencereden seslenip yukarı çağırdı. Meğer Adıyaman’da Zeki Hocam’ı tanıyan bir bayan hocama İslamî çalışmalarda kullansın diye 4 tane burma altın, bir miktar dolar ve euro göndermiş.

Adamların da acelesi varmış, onları yolcu ettikten sonra Hocam, burma altınları bana verdi ve “Bunları sarrafta bozdur, kitabın parasını gönder.” dedi. Sarrafta bozdurdum, kitap parası 3444 lirayı cebime koyduktan sonra bir miktar para arttı, ona da bir küçük altın yaptırıp hocama getirdim. Hocam “Gördün mü İsmail, İslamî çalışma yapanı Allah darda koymaz evladım. Hiçbir zaman telaşlanma, biz tedbirimizi alalım, iş O’nun.” dedi. Bu olay bana büyük bir ders oldu. Bu olayı gördükten sonra İslamî çalışmaların hiçbirinde hocam “Şu işi yapalım veya şunu yapın.” dediğinde “Hocam, paramız yok.” demedim. Kendisi, paramızın olup olmadığını sorarsa ancak o zaman söylerdim.

O zamanlar matbaamız vardı. Fakat katlama makinemiz olmadığı için dergiyi elimizde katlardık. Rahmetli Zeki Hocam da “Hocam biz hallederiz, sizin yorulmanıza gerek yok.” dememize rağmen pek çok defa bizlerle birlikte dergi katlamıştı.

İlkadım dergimiz 2018 yılına kadar basılı yayın olarak devam eti. Şimdi ise İlkadım, Genç Adam ve Baciyan dergilerimiz ile birlikte internet ortamında yayımlanmaktadır.

 

28 Şubat döneminde sıkıntılar yaşadınız mı?

Başınızdaki insan tesbihin imamesi gibidir. O sağlam durursa diğerleri de sağlam duruyor. Ben şunu gördüm. 28 Şubat’tan önce hocam İlkadım dergisine saat 11:00’e doğru gelirdi. 28 Şubat başladığı andan itibaren hocam 09:30’da gelmeye başladı. O dönemde fiili bir durumla karşılaşmadık. Bize gözdağı veriyorlardı, takip ediyorlardı. Gözdağından da biz çekinmedik. Başımızdaki hocamız çekinmedi ki biz çekinelim. Bazen arabayla takip eden polisleri durdurur: “Arabayla takip edeceğinize, gelin içeri geçelim de bir çay içelim.” derdim. Bana şaşkın şaşkın bakıp “Ya hacı, işine git. Bu işi yapmak zorundayız.” derlerdi. Tek bir kere soruşturma geçirmiştik. Onda da dergiye Hürriyet gazetesinden bir alıntı yapmıştık. Atatürk’ün “Dünyadaki bütün Kemaller eşektir” diyerek adını Kamal yapmasını Hürriyet gazetesinden naklen yayımlamıştık. Hürriyet’e kimse bir şey demezken, Hürriyet’in yazısını kimse aşağı yukarı çekmezken biz sadece Hürriyet’teki yazıyı alıntılamamıza, fazladan bir şey katmamamıza rağmen 4 ay boyunca sorguya tabi tutulduk.

 

Zeki Hocamın size ne gibi tavsiyeleri olurdu? Size anlattığı hatıraları var mıydı?

Hocam en çok Allah rızası üzerinde dururdu. Her ne yapıyorsak Allah rızası için yapalım, Rızâ-yı Bârî için yapalım, derdi. Yaptığın işi Allah rızası dışında başka bir şeye çektiğin zaman sevabını kaçırırsın, bütün İslamî çalışmalarını sırf Allah rızası için yapmalısın, derdi. Yok Zeki Hocaya iyi görüneyim, Ahmet’e iyi görüneyim, Mehmet’e iyi görüneyim dersen bir işe yaramaz, derdi.

Bir defasında Zeki Hocamı nezarete almışlar. Orada kıldığı namazı anlatmıştı. Hayatı boyunca Kabe dahil hiçbir yerde o namazın kıvamını yakalayamadığını, o namazdan aldığı tadı ömrü hayatında bir daha tadamadığını anlattı.

Hocamla bir hatıramı daha anlatayım. Bir defasında beni aradı. Arabanın deposunu doldur, sabaha kadar seninle gezeceğiz, dedi. Elinde bir çantası vardı. İçinde ne olduğunu ben görmüyordum. Sabaha kadar köy-kasaba bütün Nevşehir’i dolaştık. Her gittiğimiz eve çantadan bir poşet çıkarıp bırakıyordu, ben sadece araba sürüyordum. Yiyecek mi, para mı, ne dağıttığımızı hiç bilmiyorum. Yatsı namazını kılıp çıktık, döndüğümüzde sabah ezanı okunuyordu. Ben dayanamayıp hocama “Hocam, biz ne yapıyoruz?” diye sordum. Hocam: “Oğlum ben sana en başta Rızâ-yı Bâri için yola çıkıyoruz, başka bir şey sorma, demedim mi? Bir insan seninle istişare ediyorsa en ince ayrıntısını sor fakat gönül verdiğin, bağlandığın birisi şunu yap diyorsa İslam’a mugayyer olmadığı müddetçe niçin bunu yapacağım, diye sorma.” dedi.

Yine Rahmetli Erbakan Hocanın, Zeki Hocama bakanlık teklif ettiğinde hocamın “Ben bakanlığı bir tane talebenin saçına değişmem.” dediğini biliyorum.

 

Bu samimi röportaj için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.