Devlet-İ Âliyye’nin Yıkılışı ve Batı Taklitçiliği

Tarih demek bir milletin hafızası demektir. Milletler geçmişte edindikleri tecrübelerle gelecekte önlerine çıkacak sorunları çözmeye çalışırlar. Tarihini bilmeyen bir millet benliğini kaybetmeye mahkûmdur. Bir milletin özü, mayası Din, Tarih ve Dildir. Din ve Tarih’in muhafızı dildir. Dilini kaybeden bir milletin dini ve tarihi kütüphaneler de tozlanmış kitaplara hapsolunmuştur. 1000 yıllık maziye sahip olan bu büyük milletin de tarihi ve dini ne yazık ki raflarda tozlanmaya bırakılmış, kitaplara hapsedilmiştir. Öyle bir nesil meydana getirildi ki! Daha dedesinin mezar taşını bile okumaktan aciz. Peki, ne oldu da bu milletin tarihi, bu milletin dini raflara kaldırıldı?
Bundan yaklaşık 650 sene evvel büyük dedemiz Osman Gazi, söğüt ve Domaniç’te Osmanlı Devleti’nin temellerini attı. Türk örf ve adetleri ile İslam üzere kurulan bu devletin sınırları yaklaşık 250 sene sonra üç kıta üzerine yayıldı. Bu döneme tarihçiler “Yükselme Dönemi” derler. Bundan sonra ise “Duraklama dönemi” dedikleri 1566-1683 arası dönem gelir. Bu dönem de fetih hareketleri durmuş, iç karışıklıklar başlamış. Yani büyük dev hastalanmıştı. Osmanlı, bu dönem de kendi göbeğini kendisi kesmiş kimseden yardım almamıştı.
1683’ten sonra Osmanlı toprak kaybetmeye başlamış ve durum daha da vahim bir hal almıştı. Bir yandan Avrupalı devletler Osmanlı’ya yüklenirken, diğer taraftan da içeride ki hainler koca devleti yıpratıyordu. Bu zaman içerisinde devlet adamları, padişahlar bir takım ıslahatlar yapmaya çalıştılar lakin başarılı olamadılar. Bir kısmı şehid edildi, bir kısmı engellendi. Bu dönem de Avrupa’ya talebeler gönderildi. Batı’nın ilerlemiş tekniğini öğrenip kendi ülkelerine de bu tekniği getirmeleri amaçlanıyordu. Bu talebeler Avrupa’ya gittiklerinde bir fikir zehirlenmesi yaşadılar. Osmanlı’nın geri kalmışlığının suçunu İslam’a yüklediler. Çarenin ise tümüyle batıyı taklit etmekte olduğunu zannettiler.
Yavaş yavaş batılılaşmaya başlayan Osmanlı Devleti İslam’dan gittikçe uzaklaşıyordu. Avrupa’da zehirlenen bu fikir yobazı, taklitçi nesil Osmanlı topraklarına döndüğünde zehrini zerk etmeye başlamıştı. Jön Türkler adı altında toplanan bu taklitçiler Avrupalı devletler için bulunmaz bir nimet olmuştu. Edebiyatta, siyasette ve daha çeşitli alanlar da kendini gösteren bu taklitçi zihniyet kendi devletine düşman kesilmişti. Nihayet 1876 yılında Sultan Abdülaziz’i şehid ettiler ve tahta Sultan Murad’ı geçirdiler. Lakin işler onların tahmin ettiği gibi olmadı.
Sultan Murad delirmiş yerine Kardeşi Sultan Abdülhamid tahta geçmişti. Sultan Abdülhamid bu taklitçi, ham yobaz, kuru gürültü yapan adamlarla tam 33 sene mücadele etti. 1909 yılına gelindiğinde bu zihniyet yönetimi ele geçirdi ve batıda gördükleri ne varsa hepsini Osmanlı zemini üzerinde uygulamaya başladılar. İslam’a savaş açtılar ve koskoca bir devleti bozuk para gibi harcadılar. Öyle ki bunlarla beraber olanlar dahi bunlardan nefret eder hale gelmişti. Nitekim Osmanlı yıkıldı yerine genç Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Lakin bu genç cumhuriyet geçmişini reddediyor ve batı da ne varsa onu alıyordu. Bu durumu son dönem sadrazamlarından, münevver Said Halim Paşa şöyle anlatır:
“Batı hayranlarının muhitimizde gösterdikleri yıkıcı tesirlere karşı, batı zihniyetinin kendi çevresini nasıl diriltip tazelediğini, ibretle düşünelim. Görürüz ki, bizde ki batı hayranları, kendi muhitlerinde olduğu gibi, o zihniyete de çok yabancıdırlar. Şu halde zihniyetleri de batı zihniyetine göre sadece bir asalak olmaktan başka bir şey değildir. Kendileri ise, cemiyete karşı ilgisiz kalmakla beraber, yine onun sayesinde yaşıyorlar… Öyleyse bu bakımdan da cemiyetin sırtında birer asalaktırlar. Daha da fenası, batı hayranı bu aydınlar(!) sahte ilimleri ile cemiyete verdikleri zararlara son vermezlerse, netice de kendileri gibi, bu cemiyeti de, Avrupa cemiyetinin bir asalağı haline düşüreceklerdir.”(Said Halim Paşa, Buhranlarımız Ve Son Eserleri)
Said Halim Paşa hastalığı teşhis etmişti. Genç cumhuriyet kendi değerlerine karşı düşmanlık gösteriyor, batının değerlerini, kanunlarını ise millete zehirli bir yılan gibi zerk etmeye çalışıyordu. Bizi batının sırtında yaşayan bir asalağa çevirmeye çalışıyordu. 1000 yıllık koskoca bir medeniyeti kökten reddedip, Avrupa’nın sahte medeniyetini Anadolu topraklarına yerleştirmeyi amaçlıyordu. Bu hastalık gittikçe ilerlemiş diliyle, diniyle bize yabancı bir zümre teşkil edilmişti. Bu zümre sadece kuru gürültü yapıp İslam’dan ve köklerimizden gelen ne varsa hepsine düşman olmuştu.
Sözün özüne gelirsek;
Allah Teâlâ “Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.(Maide, 51) buyuruyor. Biz taklitçilik hastalığına tutulduk ve kâfirleri dost edindik. Öyle ki kendi değerlerimize düşman kesildik. Hastalığımızın şifası yeniden İslam’a dönmektir. Şanlı mazimiz de olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılıp Peygamber aleyhisselamın sünneti seniyyesine göre yaşamaktır. Biz bunları yaparsak yine dünyanın en güçlü milleti olabiliriz.
Batının sahte medeniyetini bırakıp İslam Medeniyetini teşekkül ettirmeliyiz. Batının sahte yıldızları yerine, Rasulullah’ın bize gösterdiği yıldızlar olan Ashab-ı Kiram’ı örnek almalıyız. Tarih şahittir ki biz ne zaman İslam’a dönmüş isek dünyanın en büyük medeniyetlerini teşekkül ettirdik. Allah bize yitirdiğimizi bilmeyi ve onu yeniden kazanmayı nasip etsin.